2 Temmuz 2014 Çarşamba

ilhan berk

DÜN DAĞLARDA DOLAŞTIM EVDE YOKTUM

'Benim tümcelerim şu yolla açımlayıcı­dırlar ki,
beni anlayan, sonunda bunların saçma olduklarını görür
- onlarla –
onlara tırmanarak
- onların üstüne çıktığında.
(Sanki üstüne tırmandıktan sonra merdive­ni devirip yıkması gerekir.)
(Ludwig Wittgenstein) (Çeviri: Oruç Aruoba.)
DÜN DAĞLARDA DOLAŞTIM EVDE YOKTUM

Güneş cebimde bir bulut peydahladı. Taş, kördür diye yaz­dım. Ölüm, geleceksiz. Şeylerin yalnız adı var. Ve: ‘Ad evdir.’ (Kim söyledi bunu?) Dün dağlarda dolaştım, evde yoktum. Bir uçurum bize bakmıştı, uçurumun konuştuğu usumda. Buydu bi­zim kendinde sonsuz olanı duyduğumuz. Nesneler ki zamanda vardır. Terziler çıracısı Hermüsül Heramise’nin pöstekisi her ba­har ayaklanırdı. Yağmur yağmamazlık edemez. Taş, düşmemezlik 
Ne diyordum, dünyanım düşünceleri yoktur. Otların canı sıkıl­maz. Kurşunkalem kendini ağaç sanır. Ufuk, hüthüt kuşu. Seni bilmem, bir söylene dönüşmek içindir dünya. Onun için başka bir son yok. Bir söylene dönüşmek, bir söylen olmak! Sonsuzluk de­diğimiz budur.

Nerden başlasam yine oraya geliyorum. Ben. gidiyorum. Ölü­me, o büyük tümceye, çalışacağım.
AĞAÇLARDAN ARKADAŞLARIM OLDU

"Adlarla doldurdum sessizliği." Şeyleri kodladım. Gökyüzü­nün, ağaçların çocukluğunu bilirim. Ağaçlardan arkadaşlarım ol­du. Hâla da var. Samanyolunu anlamadım. Sayıları da. (Sayılar daha bulunmamış gibi davranıyorlardı.) Yalnız sekizle (5 + 3) içli dışlı oldum. (Kim olmamıştır ki?) Biraz da sıfırla (Sıfırın bulun­ması kolay olmamıştır.) Üç için çok kötü şeyler söylenmiştir. Ni­çin? Bilmem. Bilmek sayıdır. Bir de biri tanıdım. Bir ile düşünül­müyor. Bazı sayılar suçlu doğmuştur. Bir, bunlardan biridir. Anlamadan sevdim taşları. Çakıl taşının adıyla biçimi arasında hiçbir ilişki kurulamamıştır. Oltu taşının geçmişini bulamadım. Olsun. Gizem her şeydir. Kimi sessiz harfleri sökemedim. (Harf­lerin tini sessiz harflerde gezer. Kızılderililer bilir bunu.) Kuşlarla gittim geldim. Kuşlar sayıları bilmez, yusufcuk hariç. Doğu’da at­ların düş görmediğini anladım. (Homeros’da atlar ağlar.) Yürür­ken gördüm dağları. Dağlar yürürken düşünüyorlardı. Tanımak usu durduruyor. Dünya bizimdir! diye konuşuyorlardı araların­da sümüklüböcekler. Anladım diyemem. Anlamadım da. Sümük­lüböcekleri okumalı.

Sen ırmaklardan söz ederken konuşuyor ırmaklar, otlar gözle­rinde. Zaman bir izdüşümdür. Bir yerlere yaz bunu. Tinin dışarıya penceresi olmadığı doğru değildir. İsa’nın hayaleti hala dünya­nın üzerinde dolaşıyor. (Yalnız soruyorum. Sormak için yazar insan.) Gençliğini bilmeyen sabah tökezler. Gül ki adıyla vardır. Taş adını yüzü bulununca aldı. (Duvarcıların avucunda taş bunun için döner durur.)

Ben senin gözlerine dönmek istiyorum. Sonra da … Sonra diye bir şey yoktur. Tarih dışıdır, sonra.
HARFLERLE SESLER

Şihabüddin Fazullah otuz iki harfle konuşmuştur ve tini yok­tu. Harflere inanır, takke dikerek geçinirdi. İnsan yüzünde bütün harfleri gördüğü söylenir. Cavidan’ a yazdığı Zeyl’de (ki bulunamamıştır), gökyüzüne A harfini biçmiştir. Suya :C (Su, Tha­les’lidir.); ölüme: U (Ölüm U’dur biraz, eski püskü bir akşamüs­tü biraz da.) Ateşe: Z.

Dünya harfti, suretlerdi. Sophokles gibi resim yapmasını bil­meyen Pythagoras da harfti, ağustosböceği de, Muhammed de harfti.
Muhammed (Muhammed’i biliyoruz, yirmi sekiz harfle ko­nuşmuştur ve tini vardı ve de hiçbir kuş onun uçtuğu yere uçama­mıştır.) kulağını seslere verdi. Yalnız onları dinledi. Sesti her şey. Sesti cennet, cehennem. Bir tavus kuşu sesti. Pirinç Lapası Da­ğı’na mı gidiyordu atını otlatmaya Tu Fu, sesti. Bunun için tiniyle suretler arasında hep bir boşluk duymuştur. Bundan eli yazıya uzanmadı. Niçin uzansın? Dil, yalnızdır. Konuşmaz. Evren biz­den daha konuşkandır, diyordu. Daha yapraklı. Güneş imgelerle konuşur. Gürültüyle çalışır bir ağaç. Gürültüyle, taş. Gece, gürül­tüyle iner. Sestir evren.

Alfabe tacirdir.
NERDEN BAKSAK KENDİNİ ANLATIYOR HER ŞEY

Her şey, her şey ay gözleyen Babil’le başladı.

Adlar onu izledi. Adlandırınca, her şey sıkıcı oldu. Sessizlik bozuldu. Büyük sessizlik.

Diyorsun tarihte hayvan adlarına hiç rastlanmaz.* Çiçek adla­rıyla seslere de … Sesler ki … her şeydir.

Unutmam her şey dünyanın bir ucundan tutuyordu. Baktım zaman adını alınca tanınmaz oldu. Adını bir türlü usunda tutamı­yordu bir kuş. Sıra dağlara geldiğinde, adlarını bilmiyordu hiçbi­ri.

Ne güzel.

Adlandırmak ölümdür!

* Tarih, bu fallus bellek.
Nerden baksak kendini anlatıyor her şey.

Fatih, kısa boyluydu.

Bir firavun inciri yetiştiricisiydi Amos.

Farabi, esmerdi.

Ah, hiç tanışmamalıydık adlarla. Adlarla gördüğümüz dünya, dünya değildir. Bu yüzden yeryüzünü görmeden göçüp gidiyoruz. Ağırlığı olmayan yoktur. Burdan başlamalıydık. Çılgın zaman dı­şarda kaldı. Bölündük. Artık ne yazarsak ölümü yazarız, ölümü ve zamanı.

Neden bilmem ölümü artık dikey okuyorum. Siz de deneyin. Değer bu.

Burda kesiyorum. Duydum bir ot konuşuyor kendince. Hem kuşların doğum gününde olacağım. Gece beni bekliyor. Yolu bili­yoruz.

DÜŞÜNMEK İSTEMİYORUM

Bu dünya kadar eski bir şey yok. Gök sayrılı .Güneş sıradan.
Ağaçlar acemi. Her sabah devesiyle işe gidiyor. bir Bedevi. Her akşam kuşunu dolaştırıyor iki Çinli.

Bir yinelemedir dünya. Bin yıl, sonrayı görüyor bir ağaç. Bin yıl sonrayı bir dinazor. Gazali, kendini 7’ye benzetirdi. Homeros her sabah yürürdü…

Göz için yeni bir şey yok.
Korkunçluk bunda.

Zaman benim tarlamdır mı diyordu Goethe? Bilmek istemi­yorum. Oturduğu yerden Montevideo’yu görüyor bir ev. Sandal­ye kentsoylu. Pencere feodal. Su, belleksiz çıktı. Tin yalnız. Ben çocukken ırmak olmak istedim. Irmaklar hep çağırdı beni. Dü­şünmek istemiyorum. Dünya benim yerime düşünüyor.

Söz öldü.

Tunç: Monarşik.

Demir: Demokratik.

Bir akşam durup dururken dünyanın yaşlandığını gördüm.

Görmek yordu beni.

BENZETMELER

Eskilere göre ağaçlar alfabeydi. Bütün harfler ağaçlardı. A, köknar; C, melengeç; O, elma; M, selvi; P, zeytin.*

Gerçek benzetmelerde yatar. Hiçbir şey bundan kurtulamaz.

Bundan yeryüzünü bildik bulmamız.

"Ağaçlar som balığıdır!"  diye bağırıyordu, duydumdu bir gün bir Eskimoğlu, yattığı yerden.**

Benzetmelerin bu dünya!

(*) Bırakalım harfler içini döksün.
(**) Gün gelecek, benzetmeler yerküredeki bütün sesleri bulup getirecekler. O gün birden saçlarımızın uzadığını göreceğiz.
Ağaçlarla harflerin (ağaçlar benzetmelere güler) ne düşündü­ğü bilinmez. Ne ki, ağaç ağaç olmak ister, harf de harf.

Hem biliyoruz ağaçlarla harflerin tanınmak, bilinmek diye bir sorunları yoktur. Tebdil gezen nice nehirler, dağlar, ovalar (ova­lar İbn Batuta okuyordu) gördüm; yeryüzünde olmak yetiyordu. Ağaçların konuştuğu unutulmuştur hem. Eskiden unutmak bilin­miyordu. Bölünmemişti zaman. Geçmiş, gelecek birdi. Bir
saydamlığın adıydı zaman: Bakınca görülürdü.

Benzetmelerin sonu dünyanın sonudur.

Hepimiz bir yanımızla ordayız.*


(*) Tam bu değil demek istediğim: Ama bir tümce de kendince anlam üretir.

İM  AD  DEĞİLDİ  DAHA

Bir zamanlar sözcüklerin bizim dışımızda da yaşamları vardı, ama anlamları yoktu.
Eskiden bir ustura, bir su kovası, bir at yan yana gelebiliyor­du. Dünya anlaşılmak için değildi.
Eskiden sözcüklerle bu denli yakınlığımız yoktu. Balkon ile tanışmamız yenidir. (Balkon çocukluğumuzdur.) Kırmızı sesti es­kiden. Nergis kendi adını bilmezdi. Aklına estiği gibi yaşardı. Ölüm sözcüğü eskiden de iki heceydi, evlere girer çıkar, yatak turları atar, ağaçlarla alay ederdi. Bugünkü gibi de işini hep tek başına görürdü.

İm ad değildi daha.

Bir zamanlar anlam sözcüklerin umrunda değildi. Nuh Pey­gamber’in : “Ben iki bin yıl önce karım, çocuklarım, gelinlerim, hayvanlarımla Cudi Dağı’nda gemisi karaya oturan Nuh Peygam­berim.” sözlerine karşı - anlamın kıyılması adına - imgeleri sürer­ler (şairlerin her gece kağıtlarına yeşil Muhammed’ler, sarı İsa’lar indiren imgeleri) sözcük olduklarını unuturlardı. (İmgele­re dönüştüğünde sözcükler tanınmaz: Sözcükleri kaldırın, dünya durur!) Bazen de eğretilemelerin büyüsüne kapılıp - eğretilemeler şiirin kral yoludur - adlarının üstünü çizerlerdi. Bazı da sim­gelerin buyruğunda (simgelere elini kaptıran kurtulamaz) ordan oraya savrulup giderlerdi.

İm ad değildi daha.

ASKELOPİS

Askelopis Ephesos’lu bir kuşla dolaşırdı ve bizim görmediği­mizi görürdü. Nesneler böyledir, herkese görünmez. Gizliliği se­ver. Şairler gibi de beyaz bir dille konuşurlar. Us bunu kavraya­maz. Ama görünmeyen de yoktur. Nesneler bunu bilmez. Niçin bilsin? Hem bilmek nesnelerin işi değildir. Balıklar içinde yüzdükleri suyu biliyor mu? Ben ormanı bilmeden tanıdım, bir daha da unutmadım. * Nesneler sözcüklere dönüşmeye görsün durduru­lamaz. Yer küreyi sararlar; sonra da binlerce tümceye dönüşürler. Yeryüzünün bir ucunda binlerce nesne her sabah bunun için uya­nır. Tümcelerle öğrendim ben dünyayı. Evrenin sınır taşları. Dil­dir tek Tanrı, o cenin!

(Ayak basılmadık yerlerini benden esirgeme, çok görme bunu bana, sevgili dil.)

(*) Ey bellek, senden kurtuluş yok!

Bundan nesnelerin ötesinde bir şey yoktur. Askelopis bunu görmedi. Ölüm onu görür kıldı. (Felsefe biraz da ölümü öğren­mek değil midir?)

Nesneler yalnızdır mı diyorsun?

Nesnelere bundan böyle yalnızlığı duyurmayacağım.

Söz.
DÜŞÜNÜRKEN BULDUM  KAYAYI

Düşünürken buldum kayayı.

Otlarla konuşmaktan geliyordum. Ölü bir yaprak; adını unutmuş bir sokak, sav dolu bir tümce, suçlu bir ırmak, bir de partal bir kuş yürüyorduk. Bir atlı karıncaydı yaşamak, onu yürüyor­duk.

Bilirim sözcüklerin ulaştığı yere hiçbir şey erişemez. İsa ile Karahisari’nin gömlekleri dikişsizdi. Sözcükler bunu gördü.

(Ey görünmezlik! Elimden tut. Gecede sözcüklerin ağırlığı daha bir artıyor. Ve … [Yazık, tümcemi tamamlayamayacağım.])

Anlamdan hep kuşku duydum. Evler, odalardı, unuttum.

Dünya ki varlığının ayırdında değildir. Trenler geçer yüzünden: Kendini varsayar.
Her şey, her şey konuşur evrende. Evler, çocuklar, nehirler, coğrafya. Nehirlerin vakti olmadığını okudum.

Coğrafya adına sevinmemiştir. Anlam sıkıcıdır. Günde üç kez aynada kendine bakar. Yalnızlık saçar. Anlamla ev yapılmaz. Anladım ama yalnızlığım sürüyor. Düşüncelerim yok benim. Ka­ya bilir kaya olduğunu, ben bilmem. Anladığımda yitirdim şiiri­mi. O gün bugün bir akarsu gibi kocadım.

GÜZEL DEVEDİKENİ

Bir yüz. Turgut Uyar. Güzel devedikeni.

Bir Edirnekapılı.* Öyleyse, fukara, umarsız bir sokak: Vaiz Sokak. Numara 70.

At pazarları, bahçe kahveleri, develer ve yeşil, soluk tramvay vagonları: Hep bu fakir sokak için.

Bir çocuk, içli, kırılgan. Daha o zamandan “Ben sıkıntıyım!”  diyordur.**

Tanaş Usta, oğlu Toma; Kömürcü Eda Hanım. Ve Bakkal Topal Halit (Bu Topal Halit her gün Karagümrükle gidip saçla­rını taratır.) ilk yüzler.

(*) Böyle de diyebiliriz. Değil mi ki bir Edirnekapılı güzelliği vardır.
(**) Bir posta arabasına mı benzetiyordur kendini?

Artık uzun bir yolculuğa hazırdır yüzü. Bütün büyük küçük kentler
Ve Posof.
Çünkü şiir dağlardan Zanerhev köyüne inmiştir. Ceketi ve atın dizginleri yağmur altındadır.
Posof’daki bir fotoğrafta uzanmış kendi yüzünü öpüyordur.*
Bir yaya. ** “Bütün mümkünlerin kıyısında!”

(*) Bir ev çünkü durup dururken ovaya özeniyordur.
(**) Sanki kırlardan şiir gezintilerinden dönüyordur.
 
Bir baba,  ağırbaşlı, saygılı. Hep at, hep atın üstünde (bu ses­sİz, dikkatli babanın elini tutarak yürüyecektir.)*

Ankara’da mı doğar bu çocuk? Demek ki bronz bir gök.**

İlk sorduğu soru: “Meksika’ya hiç yağmur yağmaz mı?”

İlk kitap: Jules Verne.

İlk sigara: Hanımeli.

İlk gördüğü ağaç : Çitlembik. (Elinde bıçak soğan soyuyor­dur.)*** 

(*) Atından indiğinde kendi kendine ut çalacak, Latin harfleriyle de Anka­ra’nın ilk sokak tabelalarını yazacaktır.
(**) Bu bronz gök hiç eksilmeyecek, hep yazılacaktır.
(***) Değil mi ki her şeyden bir şey kalıyordur.

Bir bilge, doğadaki nesnelerin sayılarını, ağırlık ölçülerini bul­muştur.

Adı, bir beyazlık. * Sığınak kendine. Kendi külüne.

Sözcükleri ana rahminin sözcükleri. Hep evetle hayır arasında gidip gelecektir. **

Dili, acının tarihi. Bir tanıklık, çağına.

Anladınız oturunca niçin ölümü yanına alır oturur, kalkınca niçin birlikte kalkarlar.

(*) Biraz önce sanki yağmur yağmıştır.
(**) Bunun için midir sözcükler onda bir ilçe üzüncü taşırlar?

Sunu

Bir gün lambasını söndürdüğünde : “Şiir korumaz. Her şeye karşı bir aykırılıktır!”  dedi.
Ve suçlu bir deniz gibi ekledi: “Hızla gelişecek kalbimiz!”
Böyle dedi ve çekildi.
Şimdi lambası, Büyük Saat’ ı, bütün çocukların ezberinde.

İLHAN BERK


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder