30 Haziran 2014 Pazartesi

marcel proust


"Benjamin’e göre, yaşlanan bedenin tüm kusurları ve lekeleri, yaş alıyor olmanın doğal sonuçları ya da (çoğu zaman kendimizi avutmak için söylediğimiz gibi) ulaşılan bilgeliğin emareleri değildirler. Bu izler, ne iç dünyamızda olan bitenin dışa yansımasıdır, ne aile yadigârı yüz hatlarının nüksetmesi, ne de maneviyatımızın gözle görünür kayıtları… Bu izlerin hiçbir olumlu anlamı ya da hermeneutik içeriği yoktur; onlara kalıntı, iz ya da işaret demek bile onları gereğinden fazla yüceltmek sayılır. İzler, daha ziyade yaşanmamışlıkların göstergeleridir: Kaçırılmış, çarçur edilmiş, bozulmuş yaşantıların damgaları – en can alıcı anda, yaşanmışlık olarak. kaydedilmeyi başaramayan yaşantıların."
Rebecca Comay
[Proust], hiçbirimizin alnımıza yazılmış gerçek dramları yaşayacak vaktimiz olmadığına tüm benliğiyle inanır. Bizi yaşlandıran da budur – sadece bu, başka hiçbir şey değil. Yüzlerimizdeki kırışıklıklar ve çizgiler, bize uğrayan, ancak ev sahipleri olan bizleri evde bulamayan muhteşem tutkuların, günahların ve önsezilerin kayıtlarıdır yalnızca.
walter benjamin
[H]afızamızın en güçlü kısmı bizim dışımızda, çisentili bir rüzgârda, bir odanın rutubet kokusunda veya yanmaya başlayan bir ateşin ilk andaki kokusundadır; kendi benliğimize ait, zekâmızın işe yaramaz diye küçümsediği şeyi, geçmişin son ve en güçlü kalıntısını, bütün gözyaşlarımız dinmiş gibi görünürken hâlâ bizi ağlatabilen şeyi bulduğumuz her yerdedir. Bizim dışımızda mı? Daha doğrusu içimizdedir, ama bizim kendi bakışlarımızdan gizlenmiş, iyi kötü devam eden bir unutuşa gömülmüştür. Ancak bu unutuş sayesindedir ki, ara sıra eski benliğimizi bulur, olaylar karşısında o eski benlik gibi tavır alır, artık kendimiz değil, o insan olduğumuz için ve şimdi bizim ilgisiz kaldığımız şeyi o insan sevdiği için, yeniden acı çekeriz. Günlük hafızanın parlak aydınlığında, geçmişin hayalleri yavaş yavaş solar, silinir, sonunda geriye bir şey kalmaz; onları bir daha bulmamız mümkün değildir artık. Daha doğrusu, bazı kelimeler özenle unutuşa gömülmüş olmasaydı, bu hayalleri bulmamız mümkün olmazdı; tıpkı bir nüshası Ulusal Kütüphane’ye teslim edilmeyen bir kitabın bulunmasının imkânsız olabileceği gibi.”