Doğmuş olmaktan dolayı kendimi bağışlamıyorum… Sanki dünyaya
gelerek bir gizeme saygısızlık etmiş, adı olmayan önemli bir hata etmişim
30 Haziran 2014 Pazartesi
freud
Kitleler asla gerçeğin peşinde koşmamıştır. Yanılsamalar
isterler ve yanılsamasız yapamazlar. Gerçek olmayanları gerçeklerin üstünde
tutarlar; gerçeklerden çok gerçek olmayanların etkisinde kalırlar. Bu ikisi
arasında ayırım yapmama eğilimi oldukça yüksektir.
pablo neruda
Ağır ağır ölür alışkanlığının kölesi olanlar, her gün aynı
yoldan yürüyenler, yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenler, giysilerinin rengini
değiştirmeye yeltenmeyenler, tanımadıklarıyla konuşmayanlar.
Ağır ağır ölür tutkudan ve duygulanımdan kaçanlar, beyaz üzerinde siyahı tercih edenler, gözleri ışıldatan ve esnemeyi gülümseyişe çeviren ve yanlışlıklarla duygulanımların karşısında onarılmış yüreği küt küt attıran bir demet duygu yerine “i” harflerinin üzerine nokta koymayı yeğleyenler.
Ağır ağır ölür işlerinde ve sevdalarında mutsuz olup da bu durumu tersine çevirmeyenler, bir düşü gerçekleştirmek adına kesinlik yerine belirsizliğe kalkışmayanlar, hayatlarında bir kez bile mantıklı bir öğüde aldırış etmeyenler.
Ağır ağır ölür yolculuğa çıkmayanlar, okumayanlar, müzik dinlemeyenler, gönlünde incelik barındırmayanlar.
Ağır ağır ölür özsaygılarını ağır ağır yok edenler, kendilerine yardım edilmesine izin vermeyenler, ne kadar şanssız oldukları ve sürekli yağan yağmur hakkında bütün hayatlarınca yakınanlar, daha bir işe koyulmadan o işten el çekenler, bilmedikleri şeyler hakkında soru sormayanlar, bildikleri şeyler hakkındaki soruları yanıtlamayanlar.
Deneyelim ve kaçınalım küçük dozdaki ölümlerden, anımsayalım her zaman: yaşıyor olmak yalnızca nefes alıp vermekten çok daha büyük bir çabayı gerektirir.
Yalnızca ateşli bir sabır ulaştırır bizi muhteşem bir mutluluğun kapısına.
Ağır ağır ölür tutkudan ve duygulanımdan kaçanlar, beyaz üzerinde siyahı tercih edenler, gözleri ışıldatan ve esnemeyi gülümseyişe çeviren ve yanlışlıklarla duygulanımların karşısında onarılmış yüreği küt küt attıran bir demet duygu yerine “i” harflerinin üzerine nokta koymayı yeğleyenler.
Ağır ağır ölür işlerinde ve sevdalarında mutsuz olup da bu durumu tersine çevirmeyenler, bir düşü gerçekleştirmek adına kesinlik yerine belirsizliğe kalkışmayanlar, hayatlarında bir kez bile mantıklı bir öğüde aldırış etmeyenler.
Ağır ağır ölür yolculuğa çıkmayanlar, okumayanlar, müzik dinlemeyenler, gönlünde incelik barındırmayanlar.
Ağır ağır ölür özsaygılarını ağır ağır yok edenler, kendilerine yardım edilmesine izin vermeyenler, ne kadar şanssız oldukları ve sürekli yağan yağmur hakkında bütün hayatlarınca yakınanlar, daha bir işe koyulmadan o işten el çekenler, bilmedikleri şeyler hakkında soru sormayanlar, bildikleri şeyler hakkındaki soruları yanıtlamayanlar.
Deneyelim ve kaçınalım küçük dozdaki ölümlerden, anımsayalım her zaman: yaşıyor olmak yalnızca nefes alıp vermekten çok daha büyük bir çabayı gerektirir.
Yalnızca ateşli bir sabır ulaştırır bizi muhteşem bir mutluluğun kapısına.
franz schubert
Schubert Piano Trio No.2 in E flat major, D.929 Op.100 (2)
bedriye aksakal
UMUT TAŞIYORUZ
Yazan: Bedriye Aksakal
Hafta sonlarını yani Pazar günlerini çok seviyorum. O gün
özgürce istediğim eylemi
yapabiliyorum. Ve o gün hiç iş yapmıyorum(ev işi). Pazar
günleri ya avare avare sokakları
dolaşıyorum. Dolaşırken ıslık çaldığım gibi, kaydırak da
oynuyorum sokakta ki çocuklarla.
Ya da evde yere bir güzel uzanıp, dergiler arasında, keyifli
bir yolculuğa çıkıyorum.
Daha çok Broy Dergisi’ni okumayı seviyorum.
Broy’la tanışmam şair Veysel Çolak sayesinde olmuştu.
Broy’la, Cevat Çapan’ı sevdim ve kişiliğine saygı duydum.
Turgut Uyar’ın günlüğüyle ozanın
yaşamındaki acılı, sevinçli günlerine tanık oldum.
Kötü Şiir’i T.S Eliot’tan bir kez daha dinledim. Ahmet
Ada’yla ‘Beyaz Türkü’yü okudum:
Sana gelirdim sevincini uçurmamışken henüz kalbin
Sesim huysuz bir çocuğun sesiydi
Suçlu bir çocuğun sesiydi belki
Sana gelirdim sevincimi yitirmemişken henüz kalbin.
Afşar Timuçin’in söylediği gibi: “şiir yaşamın özüdür ya da
özünü ortaya çıkarır. Sonra
yaşamı mayalandırmak üzere yeniden yaşama katılır.”
Walt Whitman’dan, şiirin engin sesini duydum:
Duygu, heyecan, güç yüklü yaşamın,
Neşeli, en özgür davranışlar için, tanrısal yasalarla
yaratılmış,
Yeni insanın şarkısını söylüyorum.
Bu kez Cevat Çapan ikinci kez karşıma çıkıyor. Ritsos’un
“Görülmemiş Çiçek Açmasını”
öyle güzel anlatıyor ki:
Ay ışığında, açık bırakılmış bir pencereden de
girebilirsiniz Ritsos’un şiirine, toplama kampı
olarak kullanılan adalardaki tel örgülerin boşluklarından
da. İlk bakışta sessiz, ıssız bir
boşlukta bulursunuz kendinizi. Çünkü şair yalın şeylerin
arkasına gizliyordur kendini, onu
bulabilmemiz için.
“...
Her sözcük bir geçittir
Bir buluşmaya çoğu zaman vazgeçilen,
İşte o zaman doğrudur o sözcük: Buluşmada direttiği zaman.”
Salah Birsel’in, Maymuncunun Günlüğü’nü okurken, bir
taraftan da Salah Birsel’i
dinliyorum:
“Dünyamız acı yüklü, hıytırık bir kümestir. Orada tüneyen
yarım aklı kınalılar, işleri güçleri
fesat aşı pişirmek olanlar, cıllığı çıkmış sarhoş kaşıkları,
büyük mastorlar, kara bilimciler ve
de maymuncular insanların içini karartmak, uykularını
kısaltmak için ellerinden geleni
artlarına koymazlar...”
Sayfalar yıllara sığmamış. Saat acımasızca yol alırken ne
ben Broy’dan ayrılıyorum ne de
Broy benden ayrılıyor. Bir taraftan da şarkıcı şair;
‘Jacaues Brel’den şarkı sözlerini
dinliyorum. Sözler kulağıma öyle hoş geliyor ki:
Bir dostun bağlılığını
Bir yarının güneşini
Bir kırlangıcın uçuşunu
Bir geminin dönüşünü
Görebilmek gerekir.
Şarkıcı şair, hepimizin içinde yaşayan çocuğu da anlatmaya
başlar:
Çocukluk
Kim söyleyebilir ki ne zaman
bittiğini
Kim söyleyebilir ki ne zaman
başladığını
Kim engelleyebilir ki çocukluğu
yaşamamızı.”
Müştak Erenus’un dizeleriyle;’Umudum Her Gün daha Kocaman’
oluyor.
“Umut taşıyoruz kucaklarımızda yarınlara
Bu bizim olan memleketimiz
Bu bizim olan dünya.
marcel proust
"Benjamin’e göre, yaşlanan bedenin tüm kusurları ve
lekeleri, yaş alıyor olmanın doğal sonuçları ya da (çoğu zaman kendimizi
avutmak için söylediğimiz gibi) ulaşılan bilgeliğin emareleri değildirler. Bu
izler, ne iç dünyamızda olan bitenin dışa yansımasıdır, ne aile yadigârı
yüz hatlarının nüksetmesi, ne de maneviyatımızın gözle görünür kayıtları… Bu
izlerin hiçbir olumlu anlamı ya da hermeneutik içeriği yoktur; onlara kalıntı,
iz ya da işaret demek bile onları gereğinden fazla yüceltmek sayılır. İzler, daha
ziyade yaşanmamışlıkların göstergeleridir: Kaçırılmış, çarçur edilmiş, bozulmuş
yaşantıların damgaları – en can alıcı anda, yaşanmışlık olarak. kaydedilmeyi
başaramayan yaşantıların."
Rebecca Comay
[Proust], hiçbirimizin alnımıza yazılmış gerçek dramları yaşayacak vaktimiz olmadığına tüm benliğiyle inanır. Bizi yaşlandıran da budur – sadece bu, başka hiçbir şey değil. Yüzlerimizdeki kırışıklıklar ve çizgiler, bize uğrayan, ancak ev sahipleri olan bizleri evde bulamayan muhteşem tutkuların, günahların ve önsezilerin kayıtlarıdır yalnızca.
walter benjamin
[H]afızamızın en güçlü kısmı bizim dışımızda, çisentili bir rüzgârda, bir odanın rutubet kokusunda veya yanmaya başlayan bir ateşin ilk andaki kokusundadır; kendi benliğimize ait, zekâmızın işe yaramaz diye küçümsediği şeyi, geçmişin son ve en güçlü kalıntısını, bütün gözyaşlarımız dinmiş gibi görünürken hâlâ bizi ağlatabilen şeyi bulduğumuz her yerdedir. Bizim dışımızda mı? Daha doğrusu içimizdedir, ama bizim kendi bakışlarımızdan gizlenmiş, iyi kötü devam eden bir unutuşa gömülmüştür. Ancak bu unutuş sayesindedir ki, ara sıra eski benliğimizi bulur, olaylar karşısında o eski benlik gibi tavır alır, artık kendimiz değil, o insan olduğumuz için ve şimdi bizim ilgisiz kaldığımız şeyi o insan sevdiği için, yeniden acı çekeriz. Günlük hafızanın parlak aydınlığında, geçmişin hayalleri yavaş yavaş solar, silinir, sonunda geriye bir şey kalmaz; onları bir daha bulmamız mümkün değildir artık. Daha doğrusu, bazı kelimeler özenle unutuşa gömülmüş olmasaydı, bu hayalleri bulmamız mümkün olmazdı; tıpkı bir nüshası Ulusal Kütüphane’ye teslim edilmeyen bir kitabın bulunmasının imkânsız olabileceği gibi.”
Rebecca Comay
[Proust], hiçbirimizin alnımıza yazılmış gerçek dramları yaşayacak vaktimiz olmadığına tüm benliğiyle inanır. Bizi yaşlandıran da budur – sadece bu, başka hiçbir şey değil. Yüzlerimizdeki kırışıklıklar ve çizgiler, bize uğrayan, ancak ev sahipleri olan bizleri evde bulamayan muhteşem tutkuların, günahların ve önsezilerin kayıtlarıdır yalnızca.
walter benjamin
[H]afızamızın en güçlü kısmı bizim dışımızda, çisentili bir rüzgârda, bir odanın rutubet kokusunda veya yanmaya başlayan bir ateşin ilk andaki kokusundadır; kendi benliğimize ait, zekâmızın işe yaramaz diye küçümsediği şeyi, geçmişin son ve en güçlü kalıntısını, bütün gözyaşlarımız dinmiş gibi görünürken hâlâ bizi ağlatabilen şeyi bulduğumuz her yerdedir. Bizim dışımızda mı? Daha doğrusu içimizdedir, ama bizim kendi bakışlarımızdan gizlenmiş, iyi kötü devam eden bir unutuşa gömülmüştür. Ancak bu unutuş sayesindedir ki, ara sıra eski benliğimizi bulur, olaylar karşısında o eski benlik gibi tavır alır, artık kendimiz değil, o insan olduğumuz için ve şimdi bizim ilgisiz kaldığımız şeyi o insan sevdiği için, yeniden acı çekeriz. Günlük hafızanın parlak aydınlığında, geçmişin hayalleri yavaş yavaş solar, silinir, sonunda geriye bir şey kalmaz; onları bir daha bulmamız mümkün değildir artık. Daha doğrusu, bazı kelimeler özenle unutuşa gömülmüş olmasaydı, bu hayalleri bulmamız mümkün olmazdı; tıpkı bir nüshası Ulusal Kütüphane’ye teslim edilmeyen bir kitabın bulunmasının imkânsız olabileceği gibi.”
bert hardy
Yalnızlık, bir onu saçıyorum, yalnızlığı böylesine yaşamadım
hiç, intiharı da... Nedenleri kimseyi ilgilendirmez; beni bile. Oluveren bir
şey değil intihar büyüyen, büyük bir şey. Sıkılıyorum, sıkıntım da bireysel,
çevremle ilgili değil bu; çevre diye bir şey yok benim için. Çevreden ayırarak
kurduğum bir yaşama ilgilendiriyor beni sadece.
maria raducanu
Maria Raducanu - Cristina
cibelle
Başını, eskiden kalbimin olduğu yere yasla
toprak üzerimde kalsın
uzan yeşil çimenlere
beni sevdiğin zamanları hatırla
hasan hüseyin korkmazgil
O şehre davrandığın gibi davran bana da
O şehre gittiğin gibi bana da git uçarak
bana da in, bana da kon ve el salla geride
bıraktığına: Elveda benim küçük adamım!
ufacıktan bir şehri nasıl adam ettinse,
Sevdinse adam gibi, beni de o şehir gibi
sev! Korkma sakın, adam etmez aşk beni,
geç benden, benim de köprülerim var,
aşkı seyret oradan, dalgın günüm geçiyor,
benim de gecelerim var, danset, eteklerin
fırdönsün, sen bana dön, bana eşlik et,
benim de sabahlarım var, uyanmaya ne saat,
ne telefon, ne kapı: bisikletin zilini
dizlerini kanatan bir deli kız çalsın yeter ki!
Benim de parklarım var, uzanıver salkımsaçak
üstüme, dalımdan tut, benim de yapraklarım var
güneşli gövdene müjde eli kulağında bahar,
benim de şiirlerim var, aşk konulu, senin
o şehri sevmene benziyor, seni sevmeye
benziyor adamakıllı serserin olana kadar
Bir şehri kıskanıyorum, benim böyle neyim var?
haydar ergülen
o bir çay istemişti, trenin içinde
biz tren yolcusuyduk, çölün içinde
ben yalnız kalmıştım, senin içinde
oysa kaç kişinin yerine sevmiştim seni!
aşkı geçtik, gözlerini açabilirsin
o bir dile sığınmıştı, sözü içinde
yolu yoluma çıkmıştı, çölü içinde
ben eski kalmıştım, senin içinde
oysa kaç çocuğun yerine övmüştüm seni!
düşü geçtik, kendine bakabilirsin
o bir bende kırılmıştı, hayli içimde
ıssız otağ kurulmuştu, canım içinde
oysa kaç bahçe yerine açmıştım seni!
kimi geçtik, kimseye sorabilirsin
biz tren yolcusuyduk, çölün içinde
ben yalnız kalmıştım, senin içinde
oysa kaç kişinin yerine sevmiştim seni!
aşkı geçtik, gözlerini açabilirsin
o bir dile sığınmıştı, sözü içinde
yolu yoluma çıkmıştı, çölü içinde
ben eski kalmıştım, senin içinde
oysa kaç çocuğun yerine övmüştüm seni!
düşü geçtik, kendine bakabilirsin
o bir bende kırılmıştı, hayli içimde
ıssız otağ kurulmuştu, canım içinde
oysa kaç bahçe yerine açmıştım seni!
kimi geçtik, kimseye sorabilirsin
haydar ergülen
O şehre davrandığın gibi davran bana da
O şehre gittiğin gibi bana da git uçarak
bana da in, bana da kon ve el salla geride
bıraktığına: Elveda benim küçük adamım!
ufacıktan bir şehri nasıl adam ettinse,
Sevdinse adam gibi, beni de o şehir gibi
sev! Korkma sakın, adam etmez aşk beni,
geç benden, benim de köprülerim var,
aşkı seyret oradan, dalgın günüm geçiyor,
benim de gecelerim var, danset, eteklerin
fırdönsün, sen bana dön, bana eşlik et,
benim de sabahlarım var, uyanmaya ne saat,
ne telefon, ne kapı: bisikletin zilini
dizlerini kanatan bir deli kız çalsın yeter ki!
Benim de parklarım var, uzanıver salkımsaçak
üstüme, dalımdan tut, benim de yapraklarım var
güneşli gövdene müjde eli kulağında bahar,
benim de şiirlerim var, aşk konulu, senin
o şehri sevmene benziyor, seni sevmeye
benziyor adamakıllı serserin olana kadar
Bir şehri kıskanıyorum, benim böyle neyim var?
O şehre gittiğin gibi bana da git uçarak
bana da in, bana da kon ve el salla geride
bıraktığına: Elveda benim küçük adamım!
ufacıktan bir şehri nasıl adam ettinse,
Sevdinse adam gibi, beni de o şehir gibi
sev! Korkma sakın, adam etmez aşk beni,
geç benden, benim de köprülerim var,
aşkı seyret oradan, dalgın günüm geçiyor,
benim de gecelerim var, danset, eteklerin
fırdönsün, sen bana dön, bana eşlik et,
benim de sabahlarım var, uyanmaya ne saat,
ne telefon, ne kapı: bisikletin zilini
dizlerini kanatan bir deli kız çalsın yeter ki!
Benim de parklarım var, uzanıver salkımsaçak
üstüme, dalımdan tut, benim de yapraklarım var
güneşli gövdene müjde eli kulağında bahar,
benim de şiirlerim var, aşk konulu, senin
o şehri sevmene benziyor, seni sevmeye
benziyor adamakıllı serserin olana kadar
Bir şehri kıskanıyorum, benim böyle neyim var?
haydar ergülen
KÜÇÜK ALIŞKANLIKLAR NERGİSİ
virgülümü bir şehre değişmeden çok önce
kimin tenhasında bir ses bulsam, susardım,
sessizliğin ikizi olurdu bir anı, söylenince
her mühürlü gövde ırmağıyla gelirdi
akardık gökyüzünde çizili annemizin kalbine
- her çocukla anne, her anneyle çocuk
derin alınganlıklarda iki sevgili
çocukluk bir yere saklanmıyor, kendine bile
kalbim, eksik rüyalardan ıssız kuşhane
canımdan yoksullar kadar uzak düşmüşüm meğer
dokunamam ağzımdaki yarayla incitilmiş bir güle
bir nergisin küçük alışkanlığıdır
tembel ırmakların göğsünde uykuyu aralar
gibi gözyaşlarını yağmura çıkarmak…
yağmursa, hepimizin paylaştığı yalnızlık
ne çoksunuz, size yenilmemek güç,
ey bütün efsaneyi ölümle buluşturan tenhalık
dün yağmur yağacak
Gülmek o kadar kolay iste. Simdi güldügünüz kadar. Dünyanin
biricik, o en güzel, en çeken insaniyla evlenmeyip mutsuz kalmaktansa, su güzel
degil, iyi degil, fena degil insaniyla evlenip mutsuz ol. Ondan olmayacak
çocuklarin bundan olsunç Hiç gelmeyecek bir yarin özlemi üzerine kurulan kelime
yiginlarindan siralanmis betikleri her zaman yazacak ve okuyacak aptallar
görünecek demek yanlis degildir. Hiç bitmeyecek bir dünün bulutlu sabahinda
giyilmis bir pardösü sonsuza kadar sirtta tasinacak demektir. O hiç bitmeyecek
dünün ögleden öncesi ile sonrasini ayirip gösterecek insani hiç kimse
çevresinde aramayacak. Böyle bir dün, kendisini düsünenin güçsüzlügü,
sersemligi, aldanici sürüklenirligidir. Bir sürü asklar, anilar, yutulmus
yalanlar, gözlemlerin belirtildigine degil açiklandigina inanmalar, boyuna
dogmaktan yorgun düsüp ölmüs arzular. Simdinin ne oldugunu en iyi anlama
sayabilecek simdisizlikler.. hiçbir cek'in hiçbir cak'in yasayanlara uzanmadigi
cek'ler cak'lar.. Buna karsi gene kolay gülmelerin düsündürmezligine çarpan
baska bir dün.. Hiç baslamis bir dün. Inadina da olsa, kizginliktan da olsa,
korkudan da olsa, neden olursa olsa hiç baslamamis bir dün. Sevilecek insan
kendisini vermeye hazir, ölmemek için degil yasamamak için yasamamak. Sevdigin
sana kendini de verecek. Bir yagmur, ki yagacak. Horozun kümesteki tavuklara
ödevi. Hangi horozun, hangi tavugun.. Ben varsam ki, yokum, bana da size de
benim var oldugum olagan bir sanidir. Olmadigimin sanisindan hiç de çok ayrik
bir gücü yoktur. Yalniz biri kolay güldürür düsündürmez, biri düsündürür
belirtmez. Benim baska birisiyle olan ilgim siz varsanizdi / varsaniz diyedir.
Siz olmadiginiza göre ben yokum siz varsiniz. Ama o zaman ben olmadigima göre
siz hiçbir sey yapamazsiniz aranizda. Teker teker de yapamazsaniz eger ben
yoksam. Sizin olmadiginiz daha akla yakin geliyor. Ben yoksam siz bana ne
anlatabilirsiniz. Hiçbir sey anlatamazsiniz. Ben varsam anlatirsiniz, o da
ancak ben oldukça anlatirsiniz. Siz kendinizle degil, benimle sinirlisiniz. Ama
bunu ben yapmis degilim. Eger böyle benimle bir sürekli olma durumunuz varsa
bundan siz sorumlusunuz. Sizi sinirlayan ben olsam bundan bana ne. Sizin
benimle sinirli olmaniz size beni degil, sizin benimle sinirli oldugunuz için
sizi ilgilendirir. Ve ilgilendirecektir. Yagmurun bugün de yarin da yagmasi
hiçbir zaman yagmuru ilgilendirebilir mi. Bu olsa olsa sizi ilgilendirir. Ben
hiç baslamamis bir dündeyim. Yagmur yagacak. Kimin islanacagini, kimin
islatacagini bilmiyorum. Deneyim yok bu bakimdan. Sevdigim bana kendini
verecek. Bu da pek birsey söylemiyor bana. Su da mümkün. Ben sevdigime kendimi
verecegim. Seversem o da. Onu da biliyorum. Hiç baslamamis yarin çok var. Hiç
bitmeyen bir dün de çok var. Bunlar o kadar hep dogru ki. Ayni günde ikisinin
de ayri ayri, ya da ayni ayni - kiside oldugunu görmek kim olursa onca
kolaycacik olagan. Hep anlayacagimiz ama hep dogru olmayan birsey söyleyeyim
sizlere. Ben varsam, ve siz varsaniz söylüyorumç Dün yagmur yagacak. Bugün
yagdigi gibi, yarin yagacagi gibi. O kadar basit. Dün yagmur yagacak. Siz
varsaniz ben varsam yagacak. Siz yoksaniz ben varsam yagacak. Siz varsaniz ben
yoksam yagacak. Siz yoksaniz ben yoksam yagacak. Ve ne sekilde olursa olsun
yaginca, onun yagmasi kendini ilgilendirmeyecek yagdigi için. Yagmadiginda yagmamasi
da ilgilendirmezdi, dememeli. O zaman yagmamasi yagmuru ilgilendirirdi benceç
Ben varsam. Ama yagacak. Hem de dün.
Yalnizliklar
Odundan, kömürden basladi ise. Sonra yağ, pirinç, su...
Disinda ne bulduysa disinda biriktirdi. Umdugu gün oldu. Yalniz o isindi, yedi,
yikandi.. Simsicak, tomtok, tertemiz. Öbürleri..
Sogukta kaldilar.. Sadece aciktilar.. Sürekli kirlendiler..
Dislarinda ne buldularsa içlerine doldurdular. Kötü hiçbir sey düsünmediler.
Akillarindan geçmedi.
Yalniz o idi :
Beraber ölmek firsatini beraber yasama süresi içinde
kaçiran. O öldü. Kimse onun öldügünü anlamadi.
Öbürleri :
Öldüler. Hiçbiri öbürünün öldügünü, hiçbirisi kendisinin
öldügünü görmedi. Bunu yazan onlardan olsaydi bunu yazamayacakti. Çünkü
bilmeyecekti.Bunu yazan o olsaydi.. Yoksa o muydu?
Ondan birsey çiktigini gören olmadi ki.
Bunu yazan diyor ki : Bu yazi uydurmadir.
Çünkü o bir tane degil.. Birinci yanlis...
O yag, pirinç, su biriktirmedi. Yaglar, pirinçler, sular
biriktirdi. Ikinci yanlis. O ölmedi. Yasadigini bile su anda bilmeyenler ölmez.
Üçüncü yanlis. Uydurma bir yazi. Tam üzerine uydurma. Tam onun üzerine. Öyle
uyduruldu ki yazari gülüyor. Onun üzerine uydu ama. Giyen giyene.
nazım hikmet
yasamak…
ne acayip iştir ki
bu ne mene gidiştir ki taranta babu
bugün bu
«bu inanılmıyacak kadar güzel»
bu anlatılamıyacak kadar sevinçli şey:
böyle zor
bu kadar
dar
böyle kanlı
bu denli kepaze... '
Carmina Burana
Carmina Burana O Fortuna
Bil ki ben asi bir cinim ve ben Davud'un oğlu Süleyman'a
başkaldırdım. Yenildim. Davud'un oğlu Süleyman tanrıya imana çağırdı beni, ama
ben reddettim. Kral beni bu küpe kapattı ve onun ağzını yüceler yücesinin
adıyla mühürledi. Sonra sadık cinlerine küpü okyanusun ortalarına atmalarını
buyurdu. İçimden, "kim beni kurtarırsa onu sonsuza dek zengin
yapacağım" dedim. Ama tam bir yüzyıl geçti kimse kurtarmadı. O zaman kendi
kendime, "kim beni kurtarırsa ona yeryüzünün tüm sihir sanatlarını açıklayacağım,"
dedim. Ama dört yüzyıl geçtiği halde hala denizin dibindeydim. O zaman dedim
ki: "kim beni kurtarırsa onun üç dileğini yerine getireceğim." Ama
dokuz yüzyıl geçti. O zaman çaresizlik içinde yüceler yücesinin adı üzerine
yemin ettim: " kim beni kurtarırsa, onu katledeceğim. Ölmeye hazırlan
bakalım, ey kurtarıcım!
giya kancheli
Giya Kancheli - Caris Mere
29 Haziran 2014 Pazar
Göçmüş Kediler Bahçesi / Bilge Karasu
10.
Başkan beni kayırıyordu galiba. Beni en korkulu durumlardan
kurtarıyor, başkalarını esirgemezken beni elinde tutuyor, vezirliğe doğru
sürüyordu.
Alanda oyuncuların sayısı epey azalmıştı. Yarıya inmiş gibiydik.
Yeşiller direniyor, başarıyla sürdürüyorlardı oyunlarını. Usta
oyunculardı onlar. Bakışıyorduk onunla. Kollarını açtı, bana doğru uzatır gibi
yaptı, sonra gülerek yumruklarını sıktı, hızla uyluklarına indirerek çarptı.
Susamıştım. Hepimiz susamış olsak gerekti. Ama su için çalıştığımızı
unutamazdık. Oyun bitesiye su yoktu hiçbirimize.
Oyun üzerine ne biliyorsam ondan öğrenmiştim. Ustam karşımda
duruyordu. Ama oyunun oynanması üzerine bilgi vermemişti. Satranca çok
benzeyen bu oyunda taşların, yani bizlerin adı, satrançtaki gibiydi, kurallar
hemen hemen aynıydı. Bir iki noktada satrançtan ayrılınıyordu. O noktaları da
Başkan anlatmıştı bu sabah. Ne ki, satranç oynamasını bilip bilmdeiğimi kimse
sormamıştı. Morların bilmesi gereksizdi zaten. Bir zamanlar biraz oynamış
olduğum için, oyunu bilmiyorum diyerek işten sıyrılmağa da kalkmamıştım.
Oynamak istemiştim, başından beri, onu gördüğümden, oyuna katılıp
katılmayacağımı soruşundan beri.
Göçme oyunu sözünü o da açıklamamıştı ama. Göçme oyunun oynandığı
bahçeye Göçmüşler Bahçesi adını bilerek verebilirdim ama o sözü, daha hiçbir
şey bilmezken uydurmuştum. Sonra başka bir şey geldi usuma o ara. Burası,
göçmüşlerin bahçesi değildi, göçecek kedilerin çekilip gözden ırak ölmeğe
baktıkları yeriydi herhalde bu kentin; Göçmüş Kediler Bahçesiydi bu.
Göz göze geldik gene. Usumdan geçenleri bilirmiş gibi, biraz alaycı
bir gülümsemeyle, başını "evet" dercesine sallıyordu. Başkan hâlâ düşünüyordu.
Kendi oyunumu oynamağa başladım.
Sen beni yaşatabilirsin, diye geçirdim içimden.
Başı, gene, evet, dedi.
Ama yaşatmak istemiyorsun çünkü sen
Başı, evet, ben?.. dedi.
Sevildiğini bilmek istersin.
Evet.
Ama sevildiğinin söylenmesini istemezsin. Beni söylenmemiş bir sevgide
boğabilirsin.
Evet.
Çünkü...
Çünkü?..
Bilemiyorum. Galiba... Korkuyorsun.
Evet.
Oyunu kestim. Tatsızlaşıyordu.
Kesmedi o.
Bekliyorum, dedi, evet...
Vazgeç, dedim başımla. Başka öksürdü. Kıpırdamıştım. Dondum.
Ağaçların arasında dönmeden önce bacaklarıma sürünen kediye bile
bakmadım. Kedi geçti gitti. Açtı; yorgundu belki. Ölmüştür şimdi. Göçmüştür bu
bahçede.
Başkan beni unutmuştu. Oysa ben, küçücük piyade
aşağıları savunuyordu şimdi,
oysa ben, küçücük piyade, vezirden başkasını düşünmüyordum. Ne yapıp
edip onu
Ama... Oyun bitmişti. Bitmişti benden yana. Bir tek adım atmam
yetiyordu işte. "Ne yapıp edip"in gereği yoktu artık. İyi oyuncu değildim ama
atılacak adım açıkça ortadaydı. Üstelik, istediğimin gerçekleşmesi bundan
kolay olamazdı.
Alanda bir kıpırtı oldu. Nerede, nasıl, bilmiyordum. Bildiğim, sıranın
bana geldiğiydi.
Her şey durmuş beni bekliyordu. Ben Başkanın sözünü bekliyordum.
Başkan başka bir şey söyleyemezdi, besbelli. Her yanım gerilmişti, atılmağa
hazırdım. Bir adımla vezire çıkıyordum. Yeşillerin veziri ister istemez beniim
oluyordu ardından...
Başkan susku içinde düşünüyordu. Bana dikilmiş yeşil gözleriyle
başını, ilk kez, "hayır" dercesine salladı o.
Neye hayır?
Düşündüğüne.
Gülünç olma, tam bu noktaya geldikten sonra... Seni almamı istemezsin
elbet, ondan öyle...
Hayır. Ama...
Konuşmak istiyordu şimdi. Üstünlük taslamaktan, tepeden bakıp alaycı
davranarak sırt okşamaktan vazgeçiyor, konuşmak istiyordu. Usumdan geçeni o
nasıl anlıyorsa, ben de öyle anlamalıydım onun usundan geçenleri. Mor değil,
Yeşildi anlaşmaya, uzlaşmaya varmak isteyen. Bütün gücümü kullanıp
anlamalıydım onu.
Hayır, diyordu, düşündüğün yanlış.
Birden toparlandım. Beni oyalıyordu. Yapmak istediğimi sezmiş,
önlemeğe çalışıyordu. Şu anda bir düşmanlık durumu içindeydik.
Dost olmamış mıydık bugüne dek? Hiç yan yana durmamış mıydık?
Görüştüğümüz anda büyülemişti beni. Ama ben mi ona yaklaş
Düşündüğümden vazgeçmek istemiyordum. Ona bakmağı bile bıraktım, yan
gözle Başkanın ağzını kollamağa başladım. Başkan kararını verdi, ağzını
araladı.
Çıkacak sesi beklemedim. Bir tek uzun adım attım. Binlerce insanın
göğsünden bir körük sesi çıktı.
Uğultu dindiğinde onun sesini işittim. "Mat" diyordu. Üstümdeki,
elimdeki demirlerin göğü tutan gümbürtüsü içinde yığıldım durduğum yere.
Bilge Karasu.
.......................................................................
1.b.
Kedilere benzeyebilseydik keşke. Öyle diyesim geliyor sık sık, bu son
yıllarda. Yaşadıkları anın iyicene farkındalar gibi. Bir şey bekliyorlarsa bir
deliğin başında, onları oyalayıp oradan uzaklaştırmak pek güç. Bildikleri bir
yerde bildikleri bir iş görülürken, her gün seyrettikleri, kendilerince
katıldıkları (anlayamadığımız, bakarak da bir işe katılınabilirliğidir) o işe
sanki ilk kez bakacaklarmış gibi, uyuklamakta oldukları yerden kalkmağa
üşenmeden gidip seyrederler yapılanları... Uykularının hangi katındalarsa, o
katın uykusunu yaşarlar.
Bizlerse, uydurduğumuz bir zamanla övünürken, her işimizi, her sözümüzü o
zamanın akışı içinde ötede, ileride, gelecekte varılacak, bir noktaya varmak
üzere yapılıyor ya da söyleniyor görürken, yapmakta, söylemekte olduğumuz şeyi
unutuveriyoruz. Bir ereğe yönelerek, bir erkek düşüne kapılarak giderken,
sonraları -biz göçtükten sonra- yaşamımız, daha da ileri vararak, YAZGIMIZ adı
verilecek bir dizi anın her birinin biricikliğini, değiştirilemezliğini,
yerine konmazlığını şuncacık olsun farketmiyoruz. (Bu yaşamın bölük pörçük
birkaç anısı bir iki yakınımızın belleğinde kalabilir ya, bunların bir
süreklilik, bir anlamlılık taşımış olabileceklerini bilecek tek kişi
-kendimiz- yokluğa karışmış gitmiştir artık). "Farketmiyoruz" dedim, meğer ki
gerçekten sonumuza yaklaşmış olalım. Yanılmıyorsam, kimimiz (yolun oralarında)
anlayıp öğreniyor kimi şeyi: Susup dinlemeği örneğin... Yaptığı, gördüğü,
işittiği her şeyin ağırlığını bir yerlerinde duymağı; bir çocuk gülüşünün, bir
güneş sızıntısının, bir gözyaşının avuçtaki yuvarlıklığını, ferahlatıcı
serinliğini, sayısızlığını ya da sayıya gelmezliğini; mutluluğun, acıyı,
sevinci art arda ayırım yapmaksızın yaşamak olabileceğini... Hele biraz
yaşlanılmışsa, görülen, işitilen, tadılan her şeye, geçmiş yaşantıların da
gelip desteklik, yastıklık edebileceğini...
Ama kedi sever gibi sevmemeliyiz sevdiklerimizi.
--------------------------------
Yengecin karşısında, düşmanı (Seçtiği düşman mı, düşman diye seçtiği
mi?) var. Onu yıkması gerekmektedir. Karşısındaki insan da artık üstün bir
yaratık değildir (olmasa gerek); yengecin seçtiği düşman olmağı kabul
etmiştir.
(Derler ki, senin burcundakiler, birileri kendilerini korusun
isterler; korusun, kayırsın, pohpohlasın... -Ya pohpoha
varasıya... -Ondan sonra da, saldırmak için uğraşırmış
Yengeçler; o kendilerini koruyan, kayıran, pohpohlayan
kimseye; saldırmak için fırsat yaratır, bahane uydururlarmış
gerekirse...)
(...)
(Derler ki Yengeçlerin bir yöntemi de, usandırmaktır,
bezdirmektir; durmadan, nazının çekilmesini beklemektir.
Nereye varırlar böyle?)
(...)
(Usanmışsındır ya... Derler ki Yengeçler, düşünceleriyle
değil, davranışlarıyla bezdirir, soğutur insanları
kendilerinden, uzaklaştırırlar. Kendilerine duydukları
güvensizliği efelikle örtmeğe kalkarlar. Oysa niye güven
duymasınlar? Hiç değilse görünüşte - ama görünüşte, yalnız
görünüşte... Eninde sonunda, kabuklarının kalınlığı bir şeye
yarasa gerek - hiçbir neden düşünülemez buna.)
Başkan beni kayırıyordu galiba. Beni en korkulu durumlardan
kurtarıyor, başkalarını esirgemezken beni elinde tutuyor, vezirliğe doğru
sürüyordu.
Alanda oyuncuların sayısı epey azalmıştı. Yarıya inmiş gibiydik.
Yeşiller direniyor, başarıyla sürdürüyorlardı oyunlarını. Usta
oyunculardı onlar. Bakışıyorduk onunla. Kollarını açtı, bana doğru uzatır gibi
yaptı, sonra gülerek yumruklarını sıktı, hızla uyluklarına indirerek çarptı.
Susamıştım. Hepimiz susamış olsak gerekti. Ama su için çalıştığımızı
unutamazdık. Oyun bitesiye su yoktu hiçbirimize.
Oyun üzerine ne biliyorsam ondan öğrenmiştim. Ustam karşımda
duruyordu. Ama oyunun oynanması üzerine bilgi vermemişti. Satranca çok
benzeyen bu oyunda taşların, yani bizlerin adı, satrançtaki gibiydi, kurallar
hemen hemen aynıydı. Bir iki noktada satrançtan ayrılınıyordu. O noktaları da
Başkan anlatmıştı bu sabah. Ne ki, satranç oynamasını bilip bilmdeiğimi kimse
sormamıştı. Morların bilmesi gereksizdi zaten. Bir zamanlar biraz oynamış
olduğum için, oyunu bilmiyorum diyerek işten sıyrılmağa da kalkmamıştım.
Oynamak istemiştim, başından beri, onu gördüğümden, oyuna katılıp
katılmayacağımı soruşundan beri.
Göçme oyunu sözünü o da açıklamamıştı ama. Göçme oyunun oynandığı
bahçeye Göçmüşler Bahçesi adını bilerek verebilirdim ama o sözü, daha hiçbir
şey bilmezken uydurmuştum. Sonra başka bir şey geldi usuma o ara. Burası,
göçmüşlerin bahçesi değildi, göçecek kedilerin çekilip gözden ırak ölmeğe
baktıkları yeriydi herhalde bu kentin; Göçmüş Kediler Bahçesiydi bu.
Göz göze geldik gene. Usumdan geçenleri bilirmiş gibi, biraz alaycı
bir gülümsemeyle, başını "evet" dercesine sallıyordu. Başkan hâlâ düşünüyordu.
Kendi oyunumu oynamağa başladım.
Sen beni yaşatabilirsin, diye geçirdim içimden.
Başı, gene, evet, dedi.
Ama yaşatmak istemiyorsun çünkü sen
Başı, evet, ben?.. dedi.
Sevildiğini bilmek istersin.
Evet.
Ama sevildiğinin söylenmesini istemezsin. Beni söylenmemiş bir sevgide
boğabilirsin.
Evet.
Çünkü...
Çünkü?..
Bilemiyorum. Galiba... Korkuyorsun.
Evet.
Oyunu kestim. Tatsızlaşıyordu.
Kesmedi o.
Bekliyorum, dedi, evet...
Vazgeç, dedim başımla. Başka öksürdü. Kıpırdamıştım. Dondum.
Ağaçların arasında dönmeden önce bacaklarıma sürünen kediye bile
bakmadım. Kedi geçti gitti. Açtı; yorgundu belki. Ölmüştür şimdi. Göçmüştür bu
bahçede.
Başkan beni unutmuştu. Oysa ben, küçücük piyade
aşağıları savunuyordu şimdi,
oysa ben, küçücük piyade, vezirden başkasını düşünmüyordum. Ne yapıp
edip onu
Ama... Oyun bitmişti. Bitmişti benden yana. Bir tek adım atmam
yetiyordu işte. "Ne yapıp edip"in gereği yoktu artık. İyi oyuncu değildim ama
atılacak adım açıkça ortadaydı. Üstelik, istediğimin gerçekleşmesi bundan
kolay olamazdı.
Alanda bir kıpırtı oldu. Nerede, nasıl, bilmiyordum. Bildiğim, sıranın
bana geldiğiydi.
Her şey durmuş beni bekliyordu. Ben Başkanın sözünü bekliyordum.
Başkan başka bir şey söyleyemezdi, besbelli. Her yanım gerilmişti, atılmağa
hazırdım. Bir adımla vezire çıkıyordum. Yeşillerin veziri ister istemez beniim
oluyordu ardından...
Başkan susku içinde düşünüyordu. Bana dikilmiş yeşil gözleriyle
başını, ilk kez, "hayır" dercesine salladı o.
Neye hayır?
Düşündüğüne.
Gülünç olma, tam bu noktaya geldikten sonra... Seni almamı istemezsin
elbet, ondan öyle...
Hayır. Ama...
Konuşmak istiyordu şimdi. Üstünlük taslamaktan, tepeden bakıp alaycı
davranarak sırt okşamaktan vazgeçiyor, konuşmak istiyordu. Usumdan geçeni o
nasıl anlıyorsa, ben de öyle anlamalıydım onun usundan geçenleri. Mor değil,
Yeşildi anlaşmaya, uzlaşmaya varmak isteyen. Bütün gücümü kullanıp
anlamalıydım onu.
Hayır, diyordu, düşündüğün yanlış.
Birden toparlandım. Beni oyalıyordu. Yapmak istediğimi sezmiş,
önlemeğe çalışıyordu. Şu anda bir düşmanlık durumu içindeydik.
Dost olmamış mıydık bugüne dek? Hiç yan yana durmamış mıydık?
Görüştüğümüz anda büyülemişti beni. Ama ben mi ona yaklaş
Düşündüğümden vazgeçmek istemiyordum. Ona bakmağı bile bıraktım, yan
gözle Başkanın ağzını kollamağa başladım. Başkan kararını verdi, ağzını
araladı.
Çıkacak sesi beklemedim. Bir tek uzun adım attım. Binlerce insanın
göğsünden bir körük sesi çıktı.
Uğultu dindiğinde onun sesini işittim. "Mat" diyordu. Üstümdeki,
elimdeki demirlerin göğü tutan gümbürtüsü içinde yığıldım durduğum yere.
Bilge Karasu.
.......................................................................
1.b.
Kedilere benzeyebilseydik keşke. Öyle diyesim geliyor sık sık, bu son
yıllarda. Yaşadıkları anın iyicene farkındalar gibi. Bir şey bekliyorlarsa bir
deliğin başında, onları oyalayıp oradan uzaklaştırmak pek güç. Bildikleri bir
yerde bildikleri bir iş görülürken, her gün seyrettikleri, kendilerince
katıldıkları (anlayamadığımız, bakarak da bir işe katılınabilirliğidir) o işe
sanki ilk kez bakacaklarmış gibi, uyuklamakta oldukları yerden kalkmağa
üşenmeden gidip seyrederler yapılanları... Uykularının hangi katındalarsa, o
katın uykusunu yaşarlar.
Bizlerse, uydurduğumuz bir zamanla övünürken, her işimizi, her sözümüzü o
zamanın akışı içinde ötede, ileride, gelecekte varılacak, bir noktaya varmak
üzere yapılıyor ya da söyleniyor görürken, yapmakta, söylemekte olduğumuz şeyi
unutuveriyoruz. Bir ereğe yönelerek, bir erkek düşüne kapılarak giderken,
sonraları -biz göçtükten sonra- yaşamımız, daha da ileri vararak, YAZGIMIZ adı
verilecek bir dizi anın her birinin biricikliğini, değiştirilemezliğini,
yerine konmazlığını şuncacık olsun farketmiyoruz. (Bu yaşamın bölük pörçük
birkaç anısı bir iki yakınımızın belleğinde kalabilir ya, bunların bir
süreklilik, bir anlamlılık taşımış olabileceklerini bilecek tek kişi
-kendimiz- yokluğa karışmış gitmiştir artık). "Farketmiyoruz" dedim, meğer ki
gerçekten sonumuza yaklaşmış olalım. Yanılmıyorsam, kimimiz (yolun oralarında)
anlayıp öğreniyor kimi şeyi: Susup dinlemeği örneğin... Yaptığı, gördüğü,
işittiği her şeyin ağırlığını bir yerlerinde duymağı; bir çocuk gülüşünün, bir
güneş sızıntısının, bir gözyaşının avuçtaki yuvarlıklığını, ferahlatıcı
serinliğini, sayısızlığını ya da sayıya gelmezliğini; mutluluğun, acıyı,
sevinci art arda ayırım yapmaksızın yaşamak olabileceğini... Hele biraz
yaşlanılmışsa, görülen, işitilen, tadılan her şeye, geçmiş yaşantıların da
gelip desteklik, yastıklık edebileceğini...
Ama kedi sever gibi sevmemeliyiz sevdiklerimizi.
--------------------------------
Yengecin karşısında, düşmanı (Seçtiği düşman mı, düşman diye seçtiği
mi?) var. Onu yıkması gerekmektedir. Karşısındaki insan da artık üstün bir
yaratık değildir (olmasa gerek); yengecin seçtiği düşman olmağı kabul
etmiştir.
(Derler ki, senin burcundakiler, birileri kendilerini korusun
isterler; korusun, kayırsın, pohpohlasın... -Ya pohpoha
varasıya... -Ondan sonra da, saldırmak için uğraşırmış
Yengeçler; o kendilerini koruyan, kayıran, pohpohlayan
kimseye; saldırmak için fırsat yaratır, bahane uydururlarmış
gerekirse...)
(...)
(Derler ki Yengeçlerin bir yöntemi de, usandırmaktır,
bezdirmektir; durmadan, nazının çekilmesini beklemektir.
Nereye varırlar böyle?)
(...)
(Usanmışsındır ya... Derler ki Yengeçler, düşünceleriyle
değil, davranışlarıyla bezdirir, soğutur insanları
kendilerinden, uzaklaştırırlar. Kendilerine duydukları
güvensizliği efelikle örtmeğe kalkarlar. Oysa niye güven
duymasınlar? Hiç değilse görünüşte - ama görünüşte, yalnız
görünüşte... Eninde sonunda, kabuklarının kalınlığı bir şeye
yarasa gerek - hiçbir neden düşünülemez buna.)
edip cansever
Belirsiz olan ne? Ölülerden
Boşalan yeri doldurur doğa
Yansır beyaz hayvan kemikleri, taşıllar
Yok oluşun içinde
Boşalan yeri doldurur doğa
Yansır beyaz hayvan kemikleri, taşıllar
Yok oluşun içinde
İri bir yengecin sırtı arasıra.
Ben ki yengeçleri bilirim daha çok. Birini
Yıllar var unutamadım
Dönüp duruyordu bir taşın etrafında
Sanki bir hırçınlıktan damıtılmış ya da bir sıkıntıdan
Ve geçer gibiydi tekrar bir başka sıkıntıya
Gömüldü kumlara iyice, şöyle bakındı
Gördüm kendi büyüsüyle keserken kıskacını
O gün bugündür anladım ağrıyı, taşıdım da.
Yıllar var unutamadım
Dönüp duruyordu bir taşın etrafında
Sanki bir hırçınlıktan damıtılmış ya da bir sıkıntıdan
Ve geçer gibiydi tekrar bir başka sıkıntıya
Gömüldü kumlara iyice, şöyle bakındı
Gördüm kendi büyüsüyle keserken kıskacını
O gün bugündür anladım ağrıyı, taşıdım da.
Büyüdür ölüm, külrengi harcıdır sonsuzluğun
Bir vahşet gibi yaratılır orda umut
Gerer kayalar kaburgalarını
Katırtırnakları arasında
Arabalar biter, atlar birikir
Bir tanrı gelir belli belirsiz, ne kadarlık bir tanrıysa
Büyüdür çünkü ölüm
Külrengi harcıdır sonsuzluğun.
Bir vahşet gibi yaratılır orda umut
Gerer kayalar kaburgalarını
Katırtırnakları arasında
Arabalar biter, atlar birikir
Bir tanrı gelir belli belirsiz, ne kadarlık bir tanrıysa
Büyüdür çünkü ölüm
Külrengi harcıdır sonsuzluğun.
Gerçi kurnazdır doğa, alımlıdır da
Her gün biraz olsun geri verir aldıklarını
Sızar kentlere, evlere, dölyataklarına
Bir gün ki ölü bulmuştum kendimi, korkmuştum
Öyle bir yok olma saatinde, bir kuytuda
Sanırım boynumdaki bu yara izi ondan
Her gün biraz olsun geri verir aldıklarını
Sızar kentlere, evlere, dölyataklarına
Bir gün ki ölü bulmuştum kendimi, korkmuştum
Öyle bir yok olma saatinde, bir kuytuda
Sanırım boynumdaki bu yara izi ondan
Kaplanır sabahları göğe uzatsam
Geceden kalma bir yıldızla
Buz rengi bir yıldızla. Ve uykum
Yeni bitmiştir daha, üstelik
Geri veriliyordur bana
Düşlerimin o karmaşık mimarisi
Dalgalar susmuştur çoktan, denizse gümüş sikkeler gibi harcanıyordur.
Aşağıya yukarıya
Yukardan aşağıya
Nedense her başlangıçta bir acı vardır. Sabah
Kuşatır bu acıyı önce
Eskiyip gider sonra da
Geceden kalma bir yıldızla
Buz rengi bir yıldızla. Ve uykum
Yeni bitmiştir daha, üstelik
Geri veriliyordur bana
Düşlerimin o karmaşık mimarisi
Dalgalar susmuştur çoktan, denizse gümüş sikkeler gibi harcanıyordur.
Aşağıya yukarıya
Yukardan aşağıya
Nedense her başlangıçta bir acı vardır. Sabah
Kuşatır bu acıyı önce
Eskiyip gider sonra da
Ve yengeç batırır göğsünün ortasına kıskacını
Tam göğsünün ortasına. Artık
Görüp göreceğiniz ölü bir yengeç kabartısıdır
Her gümüş sikkenin üstündeki
Yalnızca bir kabartma. Derken
Kaskatı kesilir gök, fırlatıp atar bir kırlangıcı
Ürperir yosunlar, deniz şakayıkları, batık gemiler
Yaşlı balıkçılar sandallarında
Kayalar, balık sürüleri ve fenerler
Ve hayalet gemiler türer çıkarak kınlarından
Yonulara döner tayfalar, çarşı
Camlara, aynalara yapıştırılmış bitkiler
Yoktur ki görünsün bir intihar anının gölgesi
Ölü bir şeyin gölgesi yoktur ki
Fışkırır kazılarından birbiri ardısıra yengeçler
Sütunlar, kemerler, eski çağ mozaikleri üstünde
Posta kurşunları üstünde, kandiller ve çanaklar
Armalar, tapınaklar, yüzük taşları üstünde
Ve yengeç ki onca dönüşten sonra geriye
Yetişir kendi ölüm törenine yeniden
Ve ölüm, o gözüpek savaşçı
Bir yandan kendi büyüsüyle çizerken yazgısını
Yazar bir kelimelik tarihini de.
Tam göğsünün ortasına. Artık
Görüp göreceğiniz ölü bir yengeç kabartısıdır
Her gümüş sikkenin üstündeki
Yalnızca bir kabartma. Derken
Kaskatı kesilir gök, fırlatıp atar bir kırlangıcı
Ürperir yosunlar, deniz şakayıkları, batık gemiler
Yaşlı balıkçılar sandallarında
Kayalar, balık sürüleri ve fenerler
Ve hayalet gemiler türer çıkarak kınlarından
Yonulara döner tayfalar, çarşı
Camlara, aynalara yapıştırılmış bitkiler
Yoktur ki görünsün bir intihar anının gölgesi
Ölü bir şeyin gölgesi yoktur ki
Fışkırır kazılarından birbiri ardısıra yengeçler
Sütunlar, kemerler, eski çağ mozaikleri üstünde
Posta kurşunları üstünde, kandiller ve çanaklar
Armalar, tapınaklar, yüzük taşları üstünde
Ve yengeç ki onca dönüşten sonra geriye
Yetişir kendi ölüm törenine yeniden
Ve ölüm, o gözüpek savaşçı
Bir yandan kendi büyüsüyle çizerken yazgısını
Yazar bir kelimelik tarihini de.
Belli ki bir yol bulmuştur yengeç
Kumlardan değil, kendinden gidilen bir yol
Ne var ki, rüzgar ileri olduğu için külden
Ölümden önce geldiği içindir ki sezgi
Duyar insan bu gereksiz yüzgeçleri
İki gök arasında kımıldayan
Tanımazsa da kendini bir başkasının düşü gibi.
Kumlardan değil, kendinden gidilen bir yol
Ne var ki, rüzgar ileri olduğu için külden
Ölümden önce geldiği içindir ki sezgi
Duyar insan bu gereksiz yüzgeçleri
İki gök arasında kımıldayan
Tanımazsa da kendini bir başkasının düşü gibi.
Üç kişiyle başka türlü konuşulur, bir kişiyle
Kendini açıklar insan
Bir vahşet gibi de olsa yaratılır orda umut
Hızlı bir ibreye döner yürekse
Yaşamını içerirken bir yandan
İşler ölümünü de.
Kendini açıklar insan
Bir vahşet gibi de olsa yaratılır orda umut
Hızlı bir ibreye döner yürekse
Yaşamını içerirken bir yandan
İşler ölümünü de.
oruç aruoba
i.
neyiz ki biz?
ilk ışınları görününce güneşin,
kaparız tepenin gözkapaklarını–
çam değiliz ki, kollarımız açık
ürpererek karşılayalım donuk ışığı.
gölgeler kısalınca çıkarız ortaya,
açıklıktır, aydınlıktır aradığımız,
parlaklıkta bulur gücünü görüşümüz.
tanımayız alacakaranlığı delen,
tepelerin arasından seçen bakışı.–
kör olmuş ışıktan gözlerimiz.
gündüz yarasalarıyız biz.
ii.
geceyi düşleriz gündüzken,
geceyken de gündüzü–
yitirebileceklerimiz yitiktir
onlardan uzaktayken — ama
özleriz, döneriz yeniden
yitirmeden
yitirebileceklerimizi
yitiremediklerimize.
yitirebilirdik, deriz;
ama yalnızca bir fiil çekimi bu–
tutsaklıklara bağlamışız özgürlüğümüzü.
gündüz yarasalarıyız biz.
iii.
sağlamdır düşünce temellerimiz,
ama altlarında kist vardır, sonra kum–
dururuz gerçi, sapasağlam, kalın
taştan duvarlarımızla, dimdik
ayakta; ama biraz su, bir sızıntı
kaydırır temellerimizi hemen.
duyarız yerçekimini hemen,
titreriz. sımsıkı, gergin
bağlar vardır
düşüncelerimizi ayakta tutan, ama,
ya temelsizse temeli
bütün bu bağları
bağlayan
bağın?
bağlantısızca bağlarız bağlarımızı.
gündüz yarasalarıyız biz.
iv.
yapacaklarımız vardır kocaman,
kocaman başarılar, yüce çağrılar; ama,
tutmadığımız bir eldedir aklımız,
bir son selamda, biz aceledeyken gönderilen–
nedir ki acelemiz, niyedir ki?
camın boşluğunu arayan kocaman
pervaneler gibi, kanat çırpan
ışığa ulaşmak için
çırpınan, camı kıracakmış gibi–
düşmanımızdır oysa ışık bizim,
kanatlarımızı yakan, kavuran–
aradığımız –ışıkta– nedir ki?
ışıktan gelir ölümümüz.
gündüz yarasalarıyız biz.
v.
hep bir dimdik, dümdüz dürüstlüktür duyduğumuz,
ama bir kuşku kurdu kıvır kıvır kemirir köklerimizi–
nasıl da kolaydır yalanlarımız, uydurmalarımız,
nasıl da rahat. iç sızlaması nedir bilmeyiz;
başedilemez gerçeklerimiz hazırdır çünkü hep–
kozasında mışıl mışıl kanat takınır tırtılımız,
sindire sindire yapraklarımızda açtığı delikleri.
övünürüz delik deşik, bölük pörçük
yeşilliğimizle — yenmiş bitmiştir oysa
büyüme noktalarımız, su çekmez artık
kök uçlarımız, dökülüp gitmiştir
taç yapraklarımız artık.
nasıl da yabancı topraktan baş uzatmış taze fide bize.
gündüz yarasalarıyız biz.
vi.
bir görsek andığımız yüzü,
tanır mıyız? –tanır mıyız
sevdiğimizi, bilir miyiz neydi–
sevdik mi, seviyor muyuz?
yürüyüşü, saçının dökülüşü–
anımsar mıyız, anımsıyor muyuz?
bir anıdan başka nedir ki sevgimiz?
gündüz yarasalarıyız biz.
vii.
koy başını omuzuma yine.
aldırma, söylenmeden kalsın
düşünülmedikler, bilinmedikler — bırak
unutulsun geridekiler, özlensin ileridekiler — bırak
yansısın camda donuk ışık, usulca ışıldarken
sabah, aydınlanırken uçup geçen yeşillik.
gel — uyuyalım güneş görününce,
aşınca tepeyi göz kamaştırıcı ışık.
uyanacağız nasılsa, dikelmeden ışınlar,
dümdüz, aklaştırıcı olacak yeniden bakışımız.
ama şimdi — sanki sevdalı gibiyiz şimdi,
sanki karanlıkta sezinledik aydınlığın başladığı yeri–
şimdi kurduk sanki geceyi gündüzle,
şimdi kuruttuk sanki gündüzü geceyle–
aydınlığın karanlığında görür gözlerimiz.
gündüz yarasalarıyız biz.
cesare pavese
Gizlice en çok korkulan şey hep gerçekleşir sonunda.
Yazıyorum: Ey, sen, acı.
Peki sonra?
Bütün gerekli olan biraz cesaret.
Acı ne kadar ortaya çıkar ve kesinleşirse, yaşama içgüdüsü o kadar ağır basıyor
ve intihar düşüncesi zayıflıyor.
Kolay sanmıştım ilk düşündüğümde.
Zayıf kadınlar yapmıştı bu işi.
Alçakgönüllülük istiyor, kendini beğenmişlik değil.
Tiksiniyorum bütün bunlardan.
Sözler değil.
Eylem.
Artık yazmayacağım.
günlerce çıkmadı evden, belki aylarca, o kadar ki zaman
kavramı yalnızca yılı biliyordu. ne okula, ne çarşıya, ne içmeye, ne gezmeye,
ne arkadaşa, ne sevgiliye, ne kediye; hiçbirşeye ve hiçbiryere uzanmıyordu eli.
yarım kalmış, bitirilmemiş bir satranç, bir oyun duruyordu yerli yerinde odanın
bir köşesinde ‘şah ve mat’ı bekleyerek. duvarlar ayrıntıları baktıkça ürperten
karakalem resimlerle donanmıştı, ‘tanrı babanın not defteri’ isayı ve
havarilerini haykırırken tam da, açık kalmıştı masasının üzerinde…
- tanrı da yalnız en az benim kadar!
ve arkadaşlarının isimlerinden tanrı-isa-havariler üçgenini
tamamlayan anlamlar çıkarmaya başladığında ‘tanrı babanın not defteri’ni
sonlandırdı son yaprağında. defteri sonlandıranın isa, defteri sonlandıranın
arkadaşlarının da isanın havarileri olduğunun farkına vardığında, telaşlı bir
heyecanla müjdeyi verdi arkadaşlarına oryantalizmin ve alkolün eşliğinde. ve
arkadaşları sadık kalarak sevgili muştucularına rollerini belirlediler çizilen
üçgenin dışında, ve dahası sorgular, sualler, tanrı babayla monologlar,
muştucuyla diyaloglar,… derken çıkamadan işin içinden evren, çağın nuru, asil
kan, asıl kan falan derken o günün bitmesiyle dağıldı üçgen bir başka yıla, bir
başka mekana…
- yalnız sol elimdir çarmıha gerilen…
sonrası gerçek dışı, sonrası persona…
- aynaya karakalem portremi çizdim, hergün bakıyorum yüzüne.
jean genet
(1)
Geceleri, çoğu zaman, uyanık beklerim. Uyuyanların uykusunun kapısında dikilen nöbetçiyim ben; o uyku benden sorulur. Düşün kalıba girmez kütlesi üzerinde yüzen ruhum ben.
………………
………… Uzak, tehlikeli bir geceye –geceler hep böyledir zaten- girip yittiler.
……………
………… Simgenin karanlık anlamıyla yüklüydü o, gecede eğleşen, düşlerde eğleşen herkes gibi de tehlikeli. Düşleri, her biri bir simge olan kişiler, hayvanlar, bitkiler nesneler şeneltir. Her biri güçlüdür bunların; bunları üreten kişi, kendini simgenin yerine koyduğunda da, bu gizemli güçten yararlanır. İmin gücü, düşün gücüdür……
Jean Genet (Miracle de la Rose)
Geceleri, çoğu zaman, uyanık beklerim. Uyuyanların uykusunun kapısında dikilen nöbetçiyim ben; o uyku benden sorulur. Düşün kalıba girmez kütlesi üzerinde yüzen ruhum ben.
………………
………… Uzak, tehlikeli bir geceye –geceler hep böyledir zaten- girip yittiler.
……………
………… Simgenin karanlık anlamıyla yüklüydü o, gecede eğleşen, düşlerde eğleşen herkes gibi de tehlikeli. Düşleri, her biri bir simge olan kişiler, hayvanlar, bitkiler nesneler şeneltir. Her biri güçlüdür bunların; bunları üreten kişi, kendini simgenin yerine koyduğunda da, bu gizemli güçten yararlanır. İmin gücü, düşün gücüdür……
Jean Genet (Miracle de la Rose)
Quentin Bajac, Fotoğraftan Sonra
Fotoğrafta hiç kimsenin gerçekte ustası olamayacağı bir
yöntem vardır. Fotoğrafta daima ustası olamadığımız bir şey vardır.
edip cansever
gelincikler tek tek göründü mü çayırlarda
işi iş kasabanın
su yüzlü çocuğun işi iş
bir de poyraza döndü mü hava
başlar masmavi damarlar fışkırmaya yanaklarından
faytonların turuncu tekerlekleri
yansır gaz tenekeleriyle çevrili bahçelerde
asılı çamaşırlarından bir tutam çivit kokusu alıp gider
gelincikler tek tek göründü mü çayırlarda.
saat onikilerde
postanede mektup yazan adamlara bakar bir semt delisi
durmadan bakar
ki o mektuplar nereye giderse gitsin
öylesine uzundur ki kasaba
gelinciklerden bükülmüş bir ibrişim gibi
gidip gelen mektup zarflarıyla tarif edilebilir ancak
içlerinde kar serpintisi
içlerinde bozkır
içlerinde herkesin bir güneyi olan
ve marangozlar upuzun kayıklar yaparlar bunun için
kesersiz, çivisiz, elsiz
sadece ruhlarından
o kayıkları içinde domates doğranan bir akşamüstünde yüzdürürler
canlanır suya değince hemen
bordalarındaki nakışlar
bir derya gülü alıp başını gider.
yeter ki görünsün gelincikler
önce tek tek görünsün sonra topluca
usta bir doğramacı gibi kırmızılar doğrar kasaba
gelincikler indi mi çayırlardan
su bardaklarına, berber dükkanlarına girdi mi
duvarlara sicimle tutturulmuş şişelere
girdi mi bir kere
-aynaları boğacak neredeyse
-taşlıkları basacak sel gibi
o zaman...
tam o zaman
marangozlar mis gibi rakılar içerek kayıklarında
konuştukça binlerce kayık
konuştukça binlerce köpük, binlerce kıyı olurlar
ve nedense bir vapur bizi alıp götürecekmiş gibi bakarız bir-
birimize
unuturuz sonra alıp başını gitmeyi de
yeter ki iki dudak arasına konsun gelincikler
ipince bir ıslığa yerleştirilsin
türküler süzsün tüveyçlerinden
kahveler eski renklerine boyanır yeniden
biralar ciğ ışıkta bile parlak
yıkanır tertemiz oluncaya kadar yaşamak.
gerçekte bir sevinç, bir mutluluk yok değildir yüreklerimizde
sevgiler umutlar yok değildir
öyleyse neden çabuk küseriz birbirimize
çabuk öfkeleniriz
durup durup böyle hüzünlenmemiz neden
anlamıyoruz da ondan mı yoksa
bir bütün olduğunu mutluluğun
umudun bir bütün olduğunu
seziyor muyuz yalnızca
baktıkça gelincik tarlalarına uzaktan
öyle bir arada güzel
yaşamanın lezzetini
kanımızı tutuşturdukça gün günden
buğusunu saldıkça
bir tütün dumanı gibi yaktıkça genzimizi.
işi iş kasabanın
su yüzlü çocuğun işi iş
bir de poyraza döndü mü hava
başlar masmavi damarlar fışkırmaya yanaklarından
faytonların turuncu tekerlekleri
yansır gaz tenekeleriyle çevrili bahçelerde
asılı çamaşırlarından bir tutam çivit kokusu alıp gider
gelincikler tek tek göründü mü çayırlarda.
saat onikilerde
postanede mektup yazan adamlara bakar bir semt delisi
durmadan bakar
ki o mektuplar nereye giderse gitsin
öylesine uzundur ki kasaba
gelinciklerden bükülmüş bir ibrişim gibi
gidip gelen mektup zarflarıyla tarif edilebilir ancak
içlerinde kar serpintisi
içlerinde bozkır
içlerinde herkesin bir güneyi olan
ve marangozlar upuzun kayıklar yaparlar bunun için
kesersiz, çivisiz, elsiz
sadece ruhlarından
o kayıkları içinde domates doğranan bir akşamüstünde yüzdürürler
canlanır suya değince hemen
bordalarındaki nakışlar
bir derya gülü alıp başını gider.
yeter ki görünsün gelincikler
önce tek tek görünsün sonra topluca
usta bir doğramacı gibi kırmızılar doğrar kasaba
gelincikler indi mi çayırlardan
su bardaklarına, berber dükkanlarına girdi mi
duvarlara sicimle tutturulmuş şişelere
girdi mi bir kere
-aynaları boğacak neredeyse
-taşlıkları basacak sel gibi
o zaman...
tam o zaman
marangozlar mis gibi rakılar içerek kayıklarında
konuştukça binlerce kayık
konuştukça binlerce köpük, binlerce kıyı olurlar
ve nedense bir vapur bizi alıp götürecekmiş gibi bakarız bir-
birimize
unuturuz sonra alıp başını gitmeyi de
yeter ki iki dudak arasına konsun gelincikler
ipince bir ıslığa yerleştirilsin
türküler süzsün tüveyçlerinden
kahveler eski renklerine boyanır yeniden
biralar ciğ ışıkta bile parlak
yıkanır tertemiz oluncaya kadar yaşamak.
gerçekte bir sevinç, bir mutluluk yok değildir yüreklerimizde
sevgiler umutlar yok değildir
öyleyse neden çabuk küseriz birbirimize
çabuk öfkeleniriz
durup durup böyle hüzünlenmemiz neden
anlamıyoruz da ondan mı yoksa
bir bütün olduğunu mutluluğun
umudun bir bütün olduğunu
seziyor muyuz yalnızca
baktıkça gelincik tarlalarına uzaktan
öyle bir arada güzel
yaşamanın lezzetini
kanımızı tutuşturdukça gün günden
buğusunu saldıkça
bir tütün dumanı gibi yaktıkça genzimizi.
max richter
Max Richter - Embers
max richter
Max Richter - On the Nature of Daylight
gece, insanların içinde uyuklayan korkuları uyandırdı; onları uyanık tuttu. onları, yani hem insanları, hem korkularını.
'Sonra soyunmağa başlayacak insanlar. Gecenin açtığı yaralar
biraz daha acısın diye.
Hepimiz birden konuşmalıyız. Öyle ki dünyayı elimde tutabildiğime, dünyayı elimden, parmaklarımın arasından kaçırmadığıma inanabileyim, kanabileyim. Kaçarsa her şey biter çünkü.
İnsanlar yavaş yavaş vazgeçeceklerdi elbet, gerekmedikçe evlerinden çıkmaktan.
Gece nerede, hangi anda başlar?
Öpüp durduğum bu bacaklar, bu gövde, bu eller, bu yüz, bu geceden hemen ya da çok sonra, bu yataktan az ya da çok uzakta, katilim, ölümüm kılığına giremez mi?
Oysa ''gece'', şişirilmeden de, etkili bir sözcük olabilirdi.içimizdeki hayvanı ürperten...
Ne düşlesek, nasıl düşler görsek, yapıntılarımızı nasıl kursak ki bundan böyle? Ne yaparsak yapalım, gerçeklikte olup bitenler bizim her türlü düşümüzü, düşlememizi, yapıntımızı fersah fersah geride bırakıyor.
Her yanımda yapış yapış bir acı, çok eski, koyu bir koku. Işık yavaş yavaş kararırken ben, benim artık, kırılmış her parçanın içerisinde. Aynada tanıyamadığım ben. Binlerce parça. Artık ben de olmayan yüz binlerce parça.
Bunları yazmakla çıldırmaktan kurtulunur mu?'
Bilge Karasu, Gece
Hepimiz birden konuşmalıyız. Öyle ki dünyayı elimde tutabildiğime, dünyayı elimden, parmaklarımın arasından kaçırmadığıma inanabileyim, kanabileyim. Kaçarsa her şey biter çünkü.
İnsanlar yavaş yavaş vazgeçeceklerdi elbet, gerekmedikçe evlerinden çıkmaktan.
Gece nerede, hangi anda başlar?
Öpüp durduğum bu bacaklar, bu gövde, bu eller, bu yüz, bu geceden hemen ya da çok sonra, bu yataktan az ya da çok uzakta, katilim, ölümüm kılığına giremez mi?
Oysa ''gece'', şişirilmeden de, etkili bir sözcük olabilirdi.içimizdeki hayvanı ürperten...
Ne düşlesek, nasıl düşler görsek, yapıntılarımızı nasıl kursak ki bundan böyle? Ne yaparsak yapalım, gerçeklikte olup bitenler bizim her türlü düşümüzü, düşlememizi, yapıntımızı fersah fersah geride bırakıyor.
Her yanımda yapış yapış bir acı, çok eski, koyu bir koku. Işık yavaş yavaş kararırken ben, benim artık, kırılmış her parçanın içerisinde. Aynada tanıyamadığım ben. Binlerce parça. Artık ben de olmayan yüz binlerce parça.
Bunları yazmakla çıldırmaktan kurtulunur mu?'
Bilge Karasu, Gece
jean paul sartre
Değişen benim sanıyorum. En kolay çözüm yolu bu. En tatsızı
da bu. Ansızın ortaya çıkan bu dönüşümlere uğramış olduğumu kabul etmek
zorundayım. Sık sık düşünen bir kimse olmadığım için, ben farkında olmadan,
içimde bir yığın ufacık başkalaşım birikir, sonra da günün birinde gerçek bir
devrim ortaya çıkar. Hayatıma tutarsız, çelişik bir görünüş veren de budur.
cioran
-“Her insan, kendinin bir şey önereceği anı bekler:
Ne önerdiği önemli değildir. Bir sesi vardır ya, o yeter.”
-“Doyasıya yaşanan her saplantı kendi aşırılıklarıyla
kendini ortadan kaldırır. Ölümün sonsuzluğu üzerinde dura dura düşünce bunu
yıpratmayı başarır.”
-“Sadece hiçliğin sırlarına giriş yapılabilir- ve canlı
olmanın gülünçlüğünün.”
-“Sıkıntı, kendi kendine yarılan zamanın içimizdeki
yankısıdır… boşluğun açığa çıkmasıdır, hayatı destekleyen –ya da incat eden- o
sayıklamanın kurumasıdır.”
-“Zira her birimiz, kendimize hasredilmiş olmamak için
elimizden geleni yaparız.”
-“Dünya yalnızlığımızı bozmuştur; ötekilerin üzerimizde
bıraktığı izler silinmez bir hale gelir.”
-“Konuşanların sırrı yoktur. Ve hepimiz konuşuruz. Kendimize
ihanet eder, kalbimizi teşhir ederiz; her birimiz dile gelmezliğin
celladıyızdır; her birimiz sırları, en başta da kendi sırlarımızı yok etmek
için yırtınırız.”
-“O zaman şiire doğru dönmemek elde mi? Onun da, tıpkı hayat
gibi, hiçbir şeykanıtlamama mazereti var.”
-“Tek olmaktan duyduğu gurur, insanı, kendi derdine âşık
olmaya ve tahammül etmeye teşvik eder. Bir ıstırap dünyasında, ıstırapların her
biri, diğerleri nazarında tekbencidir.”
-“Bizzat Tanrı, sadece kendine eklenen sıfatlarla yaşar;
ilahiyatın varoluş nedeni budur. Böylelikle insan, mutsuzluğunun yeknesaklığını
daima farklı biçimlerde niteleyerek, ancak tutkulu bir yeni sıfat arayışıyla
zihnin önünde haklı çıkarır kendini.”
-“Niçin Tanrı o kadar soluk, o kadar dermansız ve o kadar
vasat bir çekiciliktedir? Niçin ilginçlik, tutarlılık ve güncellikten yoksundur
ve bize o kadar az benzer?”
-“Kanamanın önüne hiçbir şey geçemediğinde, fikirler bile
kırmızıya boyanır, ya da tümörler gibi birbirinin üzerine tırmanır.”
-“Başlangıçta şeylerden kaçmak için düşünürüz; sonra fazla
uzağa gittiğimizde, kaçışımızın pişmanlığıyla kendimizi mahvetmek için.”
-“Nostalji, Mutlak’ın arzu unsurlarıyla inşa edildiği,
ölgünlükle işlenen Sınırı Belirsiz’in Tanrı olduğu, duygusal bir ilahiyattır
sadece.”
-“Çare bulma saplantısı bir uygarlığın sonunun belirtisidir;
selamet arayışı da bir felsefenin sonunun.”
-“Tek bir anda bütün anları ortadan kaldırırız; bunu Tanrı
bile yapamazdı.”
-“Eğer doğduğumuz anda, ergenlikten çıkışımızdaki kadar
bilinçli olsaydık, beş yaşında intiharların alışılagelmiş bir olgu, hatta bir
saygınlık sorunu olacağı muhtemelden de öte bir gerçektir.”
-“Her birimizin kendi içinde taşıdığı intihardan daha büyük
bir zenginlik var mıdır?”
-“Ümitsizliğe talim eden ve kendini kabullenen cesetleriz;
kendimize rağmen hayatta kalırız ve yalnızca yararsız bir formaliteyi yerine
getirmek için ölürüz: Sanki hayatımız, sadece ondan kurtulabileceğimiz anı
ileri atmamıza bağlıymış gibi.”
-“Her varlık bir başka varlığın can çekişmesiyle beslenir;
anlar, zamanın kansızlığı üzerine vampir gibi üşüşürler- dünya, gözyaşlarının
biriktiği bir yerdir.”
-“Devasızlığa bir isim kadrosu bulmaya meraklıyızdır ve
isimler icat ederek, felaketlerimizin üzerinde asılı aydınlıklarda bir
hafifleme ararız. Kelimeler merhametlidirler: Narin gerçeklikleri bizi kandırır
ve teselli eder.”
-“Hakikaten yalnız varlık, insanlar tarafından terk edilmiş
olan değil insanlar arasında acı çekendir.”
-“Cüzzamımızı haykırmadığımız ölçüde, asırlar tarafından
biçimlendirilmiş zarif yapmacıklığa saygı gösterdiğimiz ölçüde
‘uygarlaşmış’ızdır.”
-“Eğer her kederlendiğimizde ağlayarak kurtulma imkanımız
olsaydı, teşhissiz hastalıklar ve şiir ortadan kalkardı.”
-“Zaten varlığın kendisi de Hiçliğin bir iddiasıdır.”
-“Sadece ümitsizlik nedeniyle tanımlar getiririz. Bir formül
gerekmektedir, hatta pek çok formül; an azından zihne bir haklılık ve yokluğa
bir gösteriş sağlamak için.”
-“Varlık dilsizdir ve zihin gevezedir. Bunun adına bilmek denir.”
-“Hiçten fazla olduğumuzu kanıtlayan hiçbir şey yoktur.”
-“Vardım, varım ya da olacağım; dilbilgisinin sorunudur bu,
varoluşun değil.”
-“Herkes kendi kendisi için dogmadır; hiçbir ilahiyat,
tanrısını, bizim benliğimizi koruduğumuz gibi korumaz; o benliği de şüphelerle
sarıp mesele edinsek bile, gururumuzun sahte bir zarafetindendir bu: Dava
peşinen kazanılmıştır.”
-“Kendine tapmayan kişi daha doğmamıştır.”
-“Zihin Aynılığı keşfeder, can Sıkıntı’yı, vücut
Tembelliği.”
-“Fakat bu oyunun sınırı yoktur: Arzularımızın her biri
dünyayı yeniden yaratır, düşüncelerimizin her biri de yok eder…”
-“Yaşamak şu anlama gelir: inanmak ve ümit etmek – yalan
söylemek ve kendine yalan söylemek.”
-“Her nesil kendinden önceki neslin cellatlarına anıtlar
diker.”
-“Hepten unutulmuş halkların yorgunluğunu gözkapaklarımdan
atamıyorum” (Hugo Von Hofmannnsthal)
-“Bizzat geleceği bir mezarlık gibi, olmayı bekleyen her
şeyin potansiyel mezarlığı gibi gören kişiyi bezginlik beklemektedir. Yüzyıllar
ağırlaşmıştır ve anın üzerine yük olurlar. Bütün bu çağlardan daha
kokuşmuşuzdur, bütün imparatorluklardan daha çürümüşüzdür. Tükenişimiz tarihi
yorumlar, soluk soluğa kalışımız bize ulusların hırıltılarını duyurur. Kanı
çekilmiş aktörler olarak, ağza sakız olmuş zamanın içinde şişirme roller oynamaya
hazırlanırız: Evrenin perdesi güvelenmiştir ve deliklerinden artık sadece
maskeler ve hayaletler görülür.”
-“Tarih: İçinde büyük harflilerin, onlarla birlikte de
onları tahayyül edip el üstünde tutanların çürüdüğü çerçeve.”
-“Bütün ciğerlerden geçmiş olan hava artık kendini
yenilemez.”
-“Ne pahasına olursa olsun soyunu sürdürmek isteyen kişi,
köpekten zor ayırt edilir.”
-“Uykunuz iyi mi? Rüyalarınız külfetsiz mi? Anonim güruhu
kalabalıklaştırırsınız.”
-“Nerede tükettin ömrünü? Bir hareketin hatırası, bir
tutkunun işareti, bir maceranın parıltısı, güzel ve firari bir cinnet –
geçmişinde bunların hiçbiri yok; hiçbir sayıklama senin ismini taşımıyor, seni
hiçbir zaaf onurlandırmıyor. İz bırakmadan kayıp gittin; senin rüyan neydi
peki?”
-“Keşke dalgın olabilsem, o zaman düşüncelerim kederlerimden
kopardı.”
-“Giysi bizimle hiçlik arasına girer. (…) Giyimli olduğumuz
içindir ki ölümsüzlüklerle böbürleniriz: Bir kravat takıldığında nasıl
ölünebilir? (…) Et iskeleti örter, giysi eti örter. (…) Bir şapka taktığınızda,
ana karnında günler geçirdiğiniz ya da solucanların yağlarınızı tıka basa
yiyecekleri kimin aklına gelir.”
-“Daha ne kadar zaman kendimize, ‘ilahlaştırdığım bu
yaşamdan tiksiniyorum’ diyeceğiz. Sayıklamalarımızın boşluğu hepimizi yavan bir
mukadderata boyun eğen tanrılara çeviriyor. Bizzat Kaos bile ancak bir kargaşa
sistemi olabilirken, şu dünyanın simetrisine niçin hala başkaldırıyoruz?
Alınyazımız kıtalar ve yıldızlarla çürümek olduğundan, mütevekkil hastalar gibi
ve çağların sonuna kadar, öngörülmüş, ürkütücü ve beyhude bir meraklılığı
peşimiz sıra sürükleyeceğiz.”
enis batur
Eskiden bir bahar vardı, lavta ve arp,
düşmezdi elimizden Le Rouge et Le Noir;
üşürdü kadınlar, ellerimiz eldiven,
atkıydı kollarımız engerek soğukta,
karakışın ardından çözülürdü yumak:
Tuz ve tütsü, kül ve duman, kelimeler,
sesler ve tınılar ve gece: Gecenin
sonunda ışık vardı.
düşmezdi elimizden Le Rouge et Le Noir;
üşürdü kadınlar, ellerimiz eldiven,
atkıydı kollarımız engerek soğukta,
karakışın ardından çözülürdü yumak:
Tuz ve tütsü, kül ve duman, kelimeler,
sesler ve tınılar ve gece: Gecenin
sonunda ışık vardı.
Le Rouge biraz daha kanadı sonra,
Le Noir koyuldu biraz daha: Aynı
çıplak at gelip sırtına aldıydı zamanı.
Bir soru sorulsa, yanıt yerine yeni
bir soruydu ağzımızdan çıkan,
mağrurdu yüzümüz hala, ama kopmuştu
bakışımız bizden: Ufukta seyreden
dümensiz gemilerdik, bekliyorduk
fırtınanın çökmesini üstümüze.
Le Noir koyuldu biraz daha: Aynı
çıplak at gelip sırtına aldıydı zamanı.
Bir soru sorulsa, yanıt yerine yeni
bir soruydu ağzımızdan çıkan,
mağrurdu yüzümüz hala, ama kopmuştu
bakışımız bizden: Ufukta seyreden
dümensiz gemilerdik, bekliyorduk
fırtınanın çökmesini üstümüze.
Sancılandık böylece ve doğurduk yıldan
yılı: Erkekler suskun ve kavruktular,
bir düşün peşinde yenik. Sokulmuştu
ağır ağır kurdukları imge ağı, çatlaktı
sisli gözbebekleri. Kadınlar mı getirdi
bu korkulukları, bu bürümcükten erken
doğum kefenini, onlarla mı büyüyüp
kurudu diktiğimiz ağaçlar? Eskiden
bir bahar vardı, eskiden içimizde
başlayan.
yılı: Erkekler suskun ve kavruktular,
bir düşün peşinde yenik. Sokulmuştu
ağır ağır kurdukları imge ağı, çatlaktı
sisli gözbebekleri. Kadınlar mı getirdi
bu korkulukları, bu bürümcükten erken
doğum kefenini, onlarla mı büyüyüp
kurudu diktiğimiz ağaçlar? Eskiden
bir bahar vardı, eskiden içimizde
başlayan.
Jim Morrison, Hendrix ve John Lennon
yoktu artık; yoktu "Göğe Bakma" durağında
şemsiyesiz bekleyen yağmur kadınları.
Herkes bir 35 yaş şiiri yazdı kendi
eksik hayatından, fethedeceğimiz dünya
inanılmaz bir hızla geçmişe doğru
kaydı: Üşümüyordu kimse şimdi,
yanlış koruda düdük çalıyordu bekçiler.
Eskiden bir bahar vardı, flüt
ve keman, Le Rouge biraz daha kana,
koyul biraz daha ey dipsiz Zaman
yoktu artık; yoktu "Göğe Bakma" durağında
şemsiyesiz bekleyen yağmur kadınları.
Herkes bir 35 yaş şiiri yazdı kendi
eksik hayatından, fethedeceğimiz dünya
inanılmaz bir hızla geçmişe doğru
kaydı: Üşümüyordu kimse şimdi,
yanlış koruda düdük çalıyordu bekçiler.
Eskiden bir bahar vardı, flüt
ve keman, Le Rouge biraz daha kana,
koyul biraz daha ey dipsiz Zaman
28 Haziran 2014 Cumartesi
Rezső Seress
Eser, Seress tarafından eski sevgilisine ithaf edilmiş,
fakat I. Dünya Savaşı'nın yarattığı duygusal çöküntüyü henüz atlatamamış
olan Avrupalı dinleyiciler tarafından çok çabuk benimsenmiştir ve gerek
sözlerindeki gerek melodisindeki kasvet yüzünden intiharlara bile sebep
olmuştur.
Şarkı yayınlandıktan kısa bir süre sonra eserin ithaf
edildiği kadın başta olmak üzere, parçanın kasvetine kapılan çoğu
kişi,hatta 11 Ocak 1968'de besteci Rezső Seress bile intihar
etmiştir.
I. Kederli Pazar
.............
II. Aşk öldü!
Bu sonbahar ve yapraklar düşüyor
Dünya üzerindeki bütün aşk öldü
rüzgar acı gözyaşlarıyla ağlıyor
Kalbim asla yeni bir bahar için umutlu olmayacak
Gözyaşlarım ve acılarımın hepsi nafile
insanlar kalpsiz, açgözlü ve günahkar
aşk öldü!
Dünyanın sonu geldi, umudun bi anlamı kalmadı
şehirler silindi, şarapnel müzik yapıyor
çayırlar insan kanıyla kırmızıya döndü
bütün sokaklarda ölü insanlar var
Başka bir sessiz dua söyleyeceğim ki:
insanlar günahkar efendm, hata yaparlar...
dünya sona erdi!
beckett
Bana öğrettiğin kelimeleri kullanıyorum. Artık hiç bir
anlama gelmiyorlarsa, bana başkalarını öğret. Ya da bırak susayım.
Bir gün yetmiyor mu bu size, bir gün dilsiz oldu, bir gün ben kör oldum, bir gün sağır olacağız, bir gün doğduk, bir gün öleceğiz, aynı gün, aynı an, yetmiyor mu bu size?
Bir kişiye gerektiğinden fazla değer verirsen, ya onu kaybedersin ya da kendini mahvedersin.
Eğer bir gün susarsam, bu artık söylenecek hiçbir şey kalmadığı içindir; herşey söylenmemiş, hiçbir şey söylenmemiş olsa bile.
Güneş, başka seçeneği olmadığı için, bilidiğimiz eski şeylerin üzerinde pırıldıyordu.
Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil.
Hepimiz deli doğuyoruz. Bazıları böyle kalıyor.
Körlerin zaman kavramı yoktur. Zamanla ilgili şeyler de gizlenir onlardan.
Yarın uyandığımda, ya da uyandığımı sandığımda bugün hakkında ne diyeceğim?
Yaşamış olmak onlara yetmiyor!
Bir gün yetmiyor mu bu size, bir gün dilsiz oldu, bir gün ben kör oldum, bir gün sağır olacağız, bir gün doğduk, bir gün öleceğiz, aynı gün, aynı an, yetmiyor mu bu size?
Bir kişiye gerektiğinden fazla değer verirsen, ya onu kaybedersin ya da kendini mahvedersin.
Eğer bir gün susarsam, bu artık söylenecek hiçbir şey kalmadığı içindir; herşey söylenmemiş, hiçbir şey söylenmemiş olsa bile.
Güneş, başka seçeneği olmadığı için, bilidiğimiz eski şeylerin üzerinde pırıldıyordu.
Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil.
Hepimiz deli doğuyoruz. Bazıları böyle kalıyor.
Körlerin zaman kavramı yoktur. Zamanla ilgili şeyler de gizlenir onlardan.
Yarın uyandığımda, ya da uyandığımı sandığımda bugün hakkında ne diyeceğim?
Yaşamış olmak onlara yetmiyor!
Jóhann Jóhannsson
Kelimeler ve sesler bu yaşamın hızına yetişemez. Bu yüzden
yaşamayı anlatamazsın. Yaşayanların dilini yaşayanlar anlar. Yaşamın dili
dilsizdir.
26 Haziran 2014 Perşembe
tomris uyar
Neruda ne iyi diyor: 'Yalnız Kedi, baştanberi kusursuz
biçimdeydi' diye. Yere düşen bir gazete, yeni ütülenmiş bir çamaşır, yeni
alınan bir eşya, hep Kedi içindir. Evin en rahat, en yüksek, en alımlı köşesini
bulur ve kendine ayırır. Kedi, evi sever. O yüzden denizi bile aşıp bulur evini
de sahibini pek aramaz. Sahipsizdir. Yemek vererek gönlünü kazanamazsınız. Sizi
o seçer, görmeyince de unutur. Bir daha gördüğünde, aradan hiç zaman geçmemiş
gibi sürdürür ilişkiyi. (...) Kedi, kendi varoluşunun başlıbaşına bir mutluluk
kaynağı olduğu inancındadır, ödün vermez. Nankör sayılması bu yüzdendir
sanırım. Almaktan çok paylaşmayı sevenlerin hayvanıdır Kedi. Uyudu mu kinini de
unutur.
tom waits
çok canım sıkılıyor kuş vuralım istersen,
oscar wilde
READING ZİNDANI BALADI'NDAN
I
* * *
Kulak verin sözlerime iyice,
Herkes öldürebilir sevdiğini
Kimi bir bakışıyla yapar bunu,
Kimi dalkavukça sözlerle,
Korkaklar öpücük ile öldürür,
Yürekliler kılıç darbeleriyle!
Kimi gençken öldürür sevdiğini
Kimileri yaşlı iken öldürür;
Şehvetli ellerle öldürür kimi
Kimi altından ellerle öldürür;
Merhametli kişi bıçak kullanır
Çünkü bıçakla ölen çabuk soğur.
Kimi aşk kısadır, kimi uzundur,
Kimi satar kimi de satın alır;
Kimi gözyaşı döker öldürürken,
Kimi kılı kıpırdamadan öldürür;
Herkes öldürebilir sevdiğini
Ama herkes öldürdü diye ölmez.
(…)
V
Yasaların yargısı doğru mudur
Ya da yanlış mıdır bunu bilemem;
Bildiğim tek şey bu hapishanede
Demir gibi sağlamdır tüm duvarlar,
Bir yıl kadar uzundur her geçen gün
Yıl bitmek bilmez, uzadıkça uzar.
Kabil'in Habil'i öldürdüğü
Günden beri hiç dinmedi acılar
Çünkü insanların insanlar için
Koymuş olduğu bütün yasalar
Tıpkı adaletsiz bir kalbur gibi
Taneyi eleyip samanı tutar.
Bildiğim başka bir şey daha var
-Ki bilmeli benim gibi herkes de-
İnsanın kardeşlerine ettiğini
İsa Efendimiz görmesin diye
Utanç tuğlalarıyla, parmaklıklarla
Örüldü yapılan her hapishane.
Parmaklıklar güneşi engelledi,
Kararttılar tatlı ay ışığını,
Cehennemi böyle ört bas ettiler
Yaptıkları bütün iğrenç şeyleri
İnsanoğlundan, tanrının oğlundan
Gizlemeyi ustaca başardılar.
Zehirli otlar gibi kötülükler
Büyür hapishanenin havasında,
Yok olur burada harcanıp gider
İyi olan ne varsa insanda:
Kapıyı tutar soluk bir keder
Umutsuzluk bekçiliğini yapar.
(…)
Çeviri: Tozan ALKAN
III
Sert taşla döşelidir İdamlık Avluları,
Yüksek duvarlarından süzülür sızıntılar,
O, havaya böyle bir yerde çıkarılırdı,
Yoğun bir gök altına,
Dört yanını çevirmiş dolaşan Gardiyanlar
Kendi ölmesin diye adamı kollarlardı.
Bazan da otururdu kuşkul gözcüleriyle
Gece gündüz demeden acısını izleyen;
Ağlamak için bile kalkarsa gözetleyen,
Secdeye varmak için yere çömelse bile;
Kendisini çalmasın asılacağı ipten,
Diye gözleyenlerle.
Vali kesinlik yanlı,
Kurallara bağlıydı:
Doktora göre Ölüm
Bilimsel bir olaydı:
Ve Din-Adamı her gün iki kere uğrayıp,
Dinsel konularda bir özet bırakmaktaydı.
O her gün iki kere piposunu içiyor,
Bir bardak birasını:
Görüşünü kararlı,
Korkusuzdur, içinde bir yer yoktu korkuya;
Kıvançlı olduğunu sık sık belirtiyordu,
Asılacağı günü yakınlaşıyor diye.
(…)
Avluda süklüm püklüm dökülerek dolaşan
Bir Deli Sürüsüydük!
Umursamıyorduk hiç, biliyorduk ki bizler
Şeytan'ın Sürüsüydük:
Kabak kafamız, ağır adımlarımızla biz
Maskara Sürüsüydük.
Lime lime parçalar katranlı halatları
Kanlı kör tırnaklarla;
Kapıları ovalar ve yerleri silerdik,
Boyuna temizlerdik demir parmaklıkları:
Peş peşe sabunlardık tüm tahta kısımları,
Gürültüyle çarpardık yerlerde kovaları.
(…)
VI
O Reading zindanında Reading iline yakın
Şimdi bir çukur vardır çok alçakça bir çukur,
Bir mutsuz adam şimdi yatmaktadır orada
Alevin dişleriyle delik deşik olmuştur,
Yatmaktadır yakıcı bir kefene sarılmış
Mezarında ad yoktur.
İsa çağrısına dek, ölülerin orada,
O, sessiz yatacaktır:
Hiçbir gerek yok artık aptalca gözyaşında,
Ve onun için artık sızlanmak boşunadır:
Sevdiği bir kadını öldürmüştü bu adam,
Bu yüzden asılmıştır.
Ama herkes de gene sevdiğini öldürür,
Bu böylece biline,
Kimi bunu yüklü bakışlarıyla yapar,
Kimi de okşayıcı bir söz ile öldürür,
Korkak, bir öpücükle,
Yüreklisi kılıçla, bir kılıçla öldürür.
Çeviri: Özdemir ASAF
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)